Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 31 (3)
Volume: 31  Issue: 3 - 2016
Hide Abstracts | << Back
ORIGINAL ARTICLE
1.May a correlation exist between preoperative depression and anxiety levels and wound healing complications following reduction mammoplasty in the overweight female?
Mehmet Çeber
doi: 10.5222/MMJ.2016.149  Pages 149 - 155
Bu çalışmanın amacı küçültme mammoplasti uygulanan semptomatik makromastili, aşırı kilolu ve obez kadınlarda preoperatif depresyon ve anksiyete düzeyleri ile postoperatif yara iyileşme komplikasyonları ve hastanede yatış süreleri arasındaki ilişkiyi incelemektir. Çalışmamız Mayıs 2013-Ocak 2016 arasında meme küçültme ameliyatı için başvuran, aşırı kilolu veya obez, semptomatik makromastili 50 bayan hastada prospektif olarak gerçekleştirilmiştir. Küçültme mammoplasti uygulanan hastalarda preoperatif depresyon düzeyleri Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HAM-D) ile, preoperatif anksiyete düzeyleri Hamilton Anksiyete Derecelendirme Ölçeği (HAM-A) ile değerlendirilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 41,66±11,50 (en düşük 18, en yüksek 61) idi. Hastaların ortalama vücut kitle indeksi ameliyat öncesi 34,36±4,68 kg/m2 (25,82 kg/m2-46,75 kg/m2) idi. Eksize edilen meme dokusu miktarı ortalama 2824±543,63 gram (1500-3600 gram) idi. Hastaların HAM-D puanı ortalaması 14,74±12,54, HAM-A puanı ortalaması 12,30±9,62 idi. Hastaların 15’inde (% 30) postoperatif minor cerrahi komplikasyonlar gelişti. Hiçbir hastada major komplikasyon gelişmedi. Depresyon bulguları olan (n=28) ve depresyon bulguları olmayan (n=22) olan hasta grupları arasında komplikasyon gelişimi açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmedi (p=0,32). Preoperatif anksiyete bulguları olan(n=34) ve anksiyete bulguları olmayan (n=16) hasta grupları arasında komplikasyon gelişimi açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmedi (p=0,597). Preoperatif depresyon bulguları olan (n=28) ve depresyon bulguları olmayan (n=22) hasta grupları arasında hastanede yatış süreleri açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlendi (p<0,001). Preoperatif anksiyete bulguları olan (n=34) ve anksiyete bulguları olmayan (n=16) hasta grupları arasında hastanede yatış süreleri açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlendi (p<0,01). Meme küçültme ameliyatı olmak için başvuran semptomatik makromastili, aşırı kilolu ve obez hastalar preoperatif dönemde hafif derecede depresyona ve minor anksiyeteye sahiptiler. Hastalarda preoperatif depresyon ve anksiyete düzeyleri arttıkça postoperatif yara iyileşme komplikasyonları ve hastanede yatış süreleri istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir şekilde artmıştır.
The aim of this study was to determine the relation between preoperatif levels of depression and anksiety, and postoperative wound healing complications and the duration of hospital stay among overweight or obese women with macromastia. Fifty overweight or obese women who underwent bilateral reduction mammaplasty between May 2013 and January 2016 at our department were included in this study. Hamilton Depression Scale (HDS) and Hamilton Anxiety Scale (HAS) were administered to the patients. The mean participant age was 41.66 ± 11.50 years (range 18–61 years). Patient preoperative BMI ranged from 25.82 to 46.75 kg/m2, with a mean of 34.36 ± 6.68 kg/m2. The total weight of the specimens resected from both breasts ranged from 1500 to 3600 g, with a mean of 2824±543,63 g. The mean HDS score of the patients was 14,74±12,54, the mean HAS score was 12,30±9,62. Postoperative minor surgical complications occurred in 30 % of the patients. No major complications were registered. In terms of the development of surgical complications, present study showed non-significant differences between depressif (n=28) and non-depressif patients (n=22), and between anxious(n=34) and non-anxious patients (n=16) (p=0,32 and p=0,597, respectively). In terms of the the duration of hospital stay, present study showed significant differences between depressif and non-depressif patients, and between anxious and non-anxious patients (p<0,001 and p<0,01, respectively). Overweight or obese women with symptomatic macromastia who underwent reduction mammaplasty had mild depression and minor anxiety preoperatively. The higher levels of depression and anxiety predict higher postoperative surgical complications and longer duration of hospital stay.

2.Evaluation of Red Cell Distribution Width (RDW) in Diabetic Nephropathy Patients
Bülent Bilir, Betül Ekiz Bilir, Neslihan Soysal Atile, Mümtaz Takır, Ahsen Yılmaz, Murat Aydın
doi: 10.5222/MMJ.2016.156  Pages 156 - 160
Diyabetik nefropati, diyabetes mellitüsün (DM) en sık mortalite ve morbidite sebeplerindendir. Diyabetik nefropatinin patogenezinde ve ilerlemesinde inflamasyonun önemli bir rolü vardır. Eritrosit dağılım aralığı (RDW), kronik inflamasyon ve nörohumoral aktivasyona bağlı inefektif eritropoezisi gösterdiği düşünülen yeni bir risk belirteci olarak tanımlanmış güncel bir parametredir. Bu çalışmada, nefropatisi olan ve olmayan toplam 101 tip 2 DM (58 diyabetik nefropati ve 43 nefropatisi olmayan diyabetik) hastada, bir inflamasyon belirteci olarak RDW düzeylerini karşılaştırıp, diyabetik nefropatinin bu parametre üzerinde etkisini incelemeyi amaçladık. Hastaların üre, kreatinin, hemogram, açlık kan şekeri, HbA1c, lipid profili ve kan basıncı düzeyini içeren klinik ve laboratuar verileri kaydedildi. İstatistiksel analizler SPSS 17.0 versiyonu ile yapıldı. Diyabetik nefropati grubunda RDW düzeyi nefropatisi olmayan diyabetik gruptan anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p=0.032). Gruplar arası karşılaştırmada; AKŞ, HbA1c, LDL ve DM yaşı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanırken( p değerleri sırasıyla; 0.01, 0.01, 0.048, <0.001), trigliserit, HDL, kreatinin, boy ve kilo açısından anlamlı fark saptanmamıştır (p değerleri sırasıyla; 0.939, 0.347, 0.128, 0.418, 0.851). Diyabetik nefropati hastalarında artan inflamasyonun ve aterosklerotik sürecin değerlendirilmesinde, maliyeti düşük bir indeks olan RDW’nin günlük pratikte kullanımı önerilebilir.
Diabetic nephropathy is an important cause of morbidity and mortality of Diabetes Mellitus (DM) patients. Inflammation has a pivotal role in DN pathogenesis. Red cell distribution width (RDW) is a current parameter which has supposed as a marker of ineffective erythropoiesis depending on chronic inflammation and neurohumoral activation. We aimed to compare RDW levels between DM patients with and without diabetic nephropathy and also evaluate the effect of diabetic nephropathy on RDW. A total of 101 DM patients (58 diabetic nephropathy patients and 43 patients without diabetic nephropathy) were included in this study. All anthropometric and laboratory measures were recorded. SPSS 17.0 was used for the statistical analysis of data. RDW level of diabetic nephropathy patients was significantly higher than patients without diabetic nephropathy (p=0.032). When we compare the DN and non-DN groups, fasting blood glucose, HbA1c, LDL-cholesterol and duration of diabetes were significantly higher (respectively p= 0.01, 0.01, 0.048, <0.001), whereas there was no statistically significant difference for triglycerides, HDL-cholesterol, creatinine, height and weight of the patients (respectively p=0.939, 0.347, 0.128, 0.418, 0.851). Since RDW index is a cheap and easy method it could be used to show increased inflammation and assessment of the atherosclerotic process in diabetic nephropathy patients.

3.Clinical, and biochemical evaluation of growth and development in prepubertal children who underwent adenotonsillectomy
Neslihan Yaprak, Osman İlkay Özdamar, Muhammet Tekin
doi: 10.5222/MMJ.2016.161  Pages 161 - 167
Kulak burun boğaz (KBB) kliniklerinde çocukluk döneminde yapılan ameliyatların başında gelen adenotonsillektominin, ameliyat sonrasında hastalarda ortaya çıkarabileceği olumlu ve olumsuz sonuçların açığa çıkarılması gerekmektedir. T&A ameliyatı sonrasında çocuklarda lineer büyüme ve kilo alımının sağlandığına pratikte inanılmasına rağmen, bunu kanıtlayacak objektif parametrelerle yapılmış yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı, adenotonsillektomi operasyonunun büyüme ve büyüme biyo-belirteçleri üzerindeki etkisini belirlemektir. Bu çalışma, Ocak 2007 ve Ocak 2008 tarihleri arasında üçüncü basamak sağlık kurumu olan bir hastanede gerçekleştirilmiştir. 20 erkek ve 8 kız çocuğu olmak üzere toplam yirmi sekiz çocuk çalışmaya dahil edilmiştir. Cerrahi esnasında ortalama yaş 6.78+/-2.58 idi (4-13 yaş aralığı). Tüm hastaların kilo ve boy ölçümleri ve IGF-1 ve IGFBP-3 serum düzeyleri, standart sapma skorlarıyla birlikte ameliyattan 1-6 ay önce ve 1-6 ay sonra değerlendirilmiştir. Serum IGF-1 ve IGFBP-3 düzeylerinde, postoperatif 1. ayda ve 6. ayda ameliyat öncesi düzeylere kıyasla anlamlı artışlar tespit edilmiştir (p<0.001). Ayrıca, postoperatif 6. ayda serum IGF-1 ve IGFBP-3 seviyeleri, postopertif 1. aydaki düzeylere kıyasla anlamlı ölçüde daha yüksek bulunmuştur (p<0.001). Serum IGF-1 ve IGFBP-3 seviyeleri ile kilo artışı ve lineer büyüme arasında pozitif bir korelasyon tespit edilmiştir. Bu çalışmaya alınan 28 hastanın tamamında, sadece kilo ve boy ölçümlerindeki artış değil aynı zamanda IGF-1 ve IGFBP-3 serum düzeylerindeki artışın, postoperatif 1. ay ve 6. ayda istatistiksel olarak anlamlı olduğu gösterilmiştir (p<0.001). Ayrıca, IGF-1 ve IGFBP-3 serum düzeylerindeki artış ile kilo alımı ve lineer büyüme arasında pozitif yönde bir korelasyon bulunmuştur.
Although, in practice it has been believed that linear growth,
and weight of the children who underwent adenotonsillectomy
increase, however this presumption has not been proved by adequate
number of studies performed using objective parametres.
The aim of this study is to determine the effect of adenotonsillectomy
upon growth and growth biomarkers. This study was
carried out from January 2007 to January 2008 in a tertiary care
hospital. Twenty-eight prepubertal children including 20 boys
and 8 girls participated in our study. The mean age at surgery
was 6.78±2.58 years (range 4-13 years). Weight and height measurements
of all subjects, and also IGF-1 and IGFBP-3 serum levels
with standard deviation scores were evaluated before and
1-6 months after adenotonsillectomy. Serum levels of IGF-1 and
IGFBP-3 were significantly higher at 1 month and 6 months after
adenotonsillectomy compared to preoperative levels (p<0.001).
Also Serum levels of IGF-1 and IGFBP-3 were significantly higher
at postoperative 6 months compared to at postoperative 1 month
(p<0.001). A positive correlation detected between the rise of serum
levels of IGF-1 and IGFBP-3, and the weight gain and linear
growth in all of the 28 patients who were included in this study.
A positive correlation was demonstrated between increments in
weight and length and IGF-1 and IGFBP-3 serum.

4.Clinicopathologic Investigation of Parotid Gland Masses: Retrospective Analysis of 121 Cases
İldem Deveci, Mehmet Sürmeli, Serap Önder, Hasan Çanakcı, Aslı Şahin Yılmaz, Çağatay Oysu
doi: 10.5222/MMJ.2016.168  Pages 168 - 173
Bu çalışmanın amacı, kliniğimizde parotidektomi operasyonu geçiren olguları retrospektif olarak inceleyerek parotis kitlelerinin özelliklerini literatür eşliğinde gözden geçirmek ve preoperatif ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) sonuçlarını postoperatif histopatoloji sonuçlarıyla karşılaştırmaktır. Ocak 2008 ile Ağustos 2015 tarihleri arasında kliniğimizde parotiste kitle nedeniyle opere edilen 121 hastanın dosyaları incelendi. Hastaların 71’i erkek, 50'si ise kadın hastaydı.. Hastaların yaşı, cinsiyeti, ameliyat şekli, preoperatif İİAB sonuçları ve postoperatif histopatolojik sonuçları kaydedildi. Cerrahi tedavi sonrası elde edilen kesin postoperatif histopatoloji sonuçlarına göre toplam 121 olgunun 101’i benign (%85,8), 20’si ise (%16,2) malign olarak raporlandı. Benign tümör olarak ameliyat sonrasında en sık pleomorfik adenom 53 olguda saptandı. İkinci en sık görülen benign tümör olan Whartin tümörü ise 33 olguda saptandı. Ameliyat sonrası histopatolojik sonuçlarına göre en sık görülen malign tümör ise 6 hastada gördüğümüz skuamöz hücreli karsinomdu. Hastaların 106’sına yüzeyel parotidektomi, 12’sine total parotidektomi ve 3’üne radikal parotidektomi ameliyatı uygulandı. Hastaların takiplerinde nüks görülmedi. Ameliyat öncesi yapılan İİAB’nin %80 sensitiviteye sahip olduğu görüldü. Parotis kitlelerinin preoperatif değerlendirilmesinde fizik muayene, ultrason, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme ve İİAB önemli yer tutmaktadır. İİAB sonuçları tükrük bezi kitlelerinde oldukça güvenilir olup seçilecek cerrahi yöntem için yol gösterici olmaktadırlar. İİAB ile benign tanı konan tümörlerde yüzeyel parotidektomi halen seçkin tedavi olarak yerini korumaktadır. Malign tümörlerde mümkün oldukça total parotidektomi yapılmalı, boyun metastazı saptanan olgularda boyun diseksiyonu uygulanmalıdır. N0 boyunlarda elektif boyun diseksiyonu, parotis tümörlerinin çok fazla çeşitliliği olması ve her grupla ilgili yeterli sayıda vaka serilerinin olmamasından dolayı halen tartışmalıdır
The aim of this study is analyzing the data of the patients who underwent parotidectomy surgery in our clinic retrospectively, reviewing the parotid gland masses according to the literature and comparing the preoperative Fine needle Aspiration Biopsy(FNAB) results with the certain histopathologic results. Seventy-one male and fifty female patients who underwent parotidectomy surgery in our clinic between January 2008 and August 2015 were included in our study. All patients’ ages, gender, the surgical procedures, preoperative FNAB results and postoperative certain histopathologic results were recorded. According to postoperative histopathologic results 101(%85.8) patients had benign parotid masses and 20(%16.2) patients had malignant parotid masses. The most common benign parotid masses were pleomophic adenomas in 53 patients and Whartin tumors in 33 patients. The most frequent malignant tumor was squamous cell carcinoma which was encountered in 6 patients. We performed 106 superficial,12 total and 3 radical parotidectomy for 121 patients with parotid mass. We do not have any patient with recurrent tumor in our followups. We compared preoperative FNAB results with postoperative histopathologic results and the sensitivity of FNAB was %80 in our study. The physical examination, USG, MR imaging and FNAB are useful proedures for evaluating parotid gland masses preoperatively. FNAB results are quite reliable to decide the surgical procedures. Superficial parotidectomy is an adequate procedure for benign tumors of the parotid gland. For malignant tumors total parotidectomy must be performed. Neck dissection must be peformed for patients with nodal metastasis. Elective neck dissection for N0 patients is still a challenging subject.

5.Is There Any Relatıon Between Sıze Of Gastroesophageal Varıces And Chıld Pugh Scores?
Kamil Özdil, Oğuzhan Öztürk, Zuhal Çalışkan, Ecem Sevim Çalık, Evren Kanat, Resul Kahraman, Süleyman Sayar, Turan Çalhan, Levent Doğanay
doi: 10.5222/MMJ.2016.174  Pages 174 - 178
AMAÇ: Biz bu çalışmada sirotik hastalardaki varis büyüklüğü ile hastaların Child Pugh skoru arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
HASTALAR VE YÖNTEM: Gastroenteroloji polikliniğimizde takipli olan 186 varisli sirotik hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Child Pugh skorlamasına göre hastalar Chid A sınıfı(5-6 puan), Child B sınıfı (7-9 puan) ve Child C sınıfı (10-15 puan ) olarak gruplandırıldı. Endoskopik olarak saptanan özofagial ve gastrik varisler büyüklüklerine göre küçük(<5mm), orta (5-10mm) ve büyük varisler (>10mm) olarak tanımlandı.
BULGULAR: Hastaların 154’ ü (%82.7) özofagus varisli, 32’ si (%17.3) gastrik varislilerden oluşmaktaydı. Gastrik varislilerin 28’ i (%87.5) gastroözofagial varisli hastalardan 4’ ü (%12.5) ise izole gastrik varisli hastalardan oluşmaktaydı.
Özofagus varislilerde Child Pugh sınıflarına göre gruplar arasında varis büyüklükleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı (P>0.05).
Gastrik varislilerde de Child Pugh sınıflarına göre gruplar arasında varis büyüklükleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı (P>0.05).
SONUÇ: Sonuç olarak çalışmamızda sirotik özofagus varisli ve sirotik gastrik varisli hastalarda Child Pugh Skoru ile varis büyüklüğü arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı.
OBJECTIVE: Our objective was to investigate the relationship between the size of gastroesophageal varices and Child Pugh scores in cirrhotic patients.
METHODS: Our retrospectively designed study included 186 cirrhotic patients with gastroesophageal varices who had been followed up by the Gastroenterology policlinic. The patients were classified into three groups according to their Child Pugh scores as Child A (5-6 points), Child B (7-9 points), Child C (10-15 points). Gastric and esophageal varices were confirmed with gastroscopies and defined as small (<5mm), medium (5-10mm) and large (>10mm) varices regarding their sizes.
RESULTS: In our study %82.7 of the patients had esophageal varices (n: 154) and %17.3 had gastric varices (n: 32). Gastroesophageal varices were found in %87.5 (n: 28) and isolated gastric varices were found in %12.5 (n: 4) of the patients with gastric varices.
There were no statistically significant difference in sizes of the esophageal varices between the Child Pugh scoring groups (p>0.05). Furthermore; we did not find any statistically significant correlation between the gastric varices size and Child Pugh scores (p>0.05).
CONCLUSION: In cirrhotic patients with gastric or esophageal varices, we did not find any significant correlation between the size of the varices and the Child Pugh scores of the patients.

6.Evaluation of life satisfaction of elderly people according to different life styles
Hatice Nilden Arslan, Özlem Terzi, Şennur Dabak, Yıldız Pekşen
doi: 10.5222/MMJ.2016.179  Pages 179 - 185
Amaç: Bu çalışmada XXXX il merkezinde, farklı ortamlarda yaşayan yaşlıların, yaşam doyumlarının karşılaştırılması ve bazı sosyodemografik özelliklerinin yaşam doyumlarına etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışma tanımlayıcı araştırma olarak planlandı. Yaşlıların farklı yaşam ortamları dikkate alınarak huzurevinde kalan yaşlılar, evinde bakım hizmeti alan yaşlılar ve ailesiyle birlikte yaşayan yaşlılar olmak üzere üç grupta yapılması planlandı. Huzurevinin kapasitesi 60 kişi olduğu için diğer iki gruplara da eşit sayıda yaşlı alındı. Araştırma öncesinde çalışmanın yapılacağı kurumlardan yasal izinler alındı. Yaşlılardan sözlü onam alındıktan sonra sosyodemografik özellikleri sorgulayan anket formu ve Yaşam Doyumu Ölçeği yüz yüze görüşme yöntemi ile araştırmacılar tarafından uygulandı. Verilerin istatistiksel analizlerinde Ki Kare testi, Kruskall Wallis Varyans Analizi ve Tek Yönlü Varyans Analizi (Post Hoc: Tukey Testi) kullanıldı ve istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi.
Bulgular: Gruplar yaşam doyumu açısından değerlendirildiğinde; evde kalan yaşlılarda yaşam doyumu puanı 23,6±8,2, hizmet alanlarda 15,2±7,9, huzurevinde kalanlarda ise 12,3±5,7 olarak bulundu. Evde kalan yaşlılarda yaşam doyumu, hizmet alanlardan ve huzurevinde kalanlardan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti (p<0,001). Ayrıca yaşlılar cinsiyet, medeni durum, eğitim durumu, çocuk sahibi olma, psikolojik destek ihtiyacı açısından karşılaştırıldığında, evde kalan yaşlıların yaşam doyum ölçeğinden aldıkları puan diğerlerine göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bulundu(p<0,05).
Sonuç: Çalışmamızdan elde edilen sonuçlara göre yaşlıların yaşam doyumlarını arttırabilmek için yaşamlarının geri kalan sürecini kendi ev veya aile ortamında sürdürmesi sağlanmalıdır. Bakım gereksinimine ihtiyaçları olduğunda, kendi yaşam ortamlarından ayırmadan, aktif yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak hizmet modellerinin yaygınlaştırılması konusunda çalışmalara ağırlık verilmesi önerilmektedir.
This study aimed to compare the life satisfaction levels of older people living in different environments and to investigate the effects of some socio-demographic attributes on their life satisfaction levels The study was planned as a descriptively-designed investigation. Considering the different living environments of the elderly, the study was performed in 3 groups of elderly as those staying at nursing home, elderly receiving home care, and
living with their families. The survey form and Life Satisfaction
Scale questioning the socio-demographic attributes were applied
by the researchers during the face to face interviews. Upon evaluation
of the groups with respect to their life satisfaction, it was
found that the life satisfaction scores of the older people were
23.6±8.2 for those staying at home, 15.2±7.9 for those receiving
home care, and 12.3±5.7 for those staying at nursing home. Life
satisfaction score of older people staying at home was statistically
significant higher than those receiving homecare, and residing
in nursing homes (p<0.001). Furthermore, when the older
people were compared with regards to gender, marital status,
educational status, desire to have a child, and need for psychological
support, the life satisfaction scale scores of the old people
living at home were found to be statistically significantly higher
when compared to others (p<0.05). Based on the results of our
study, it is necessary for the older people to sustain their lives in
their own homes or family environments in order to increase their
life satisfaction levels. When they are in need of care, based on
recommendations it is important to provide, and popularize care
models which do not require them to leave their living environments
and ensure maintenance of their active lives

7.Relationship Between Papillary Thyroid Cancer And Hashimoto's Disease
Sema Erdoğmuş, Mümtaz Takır, Osman Köstek, Serkan Şenol, Hasan Hüseyin Mutlu
doi: 10.5222/MMJ.2016.186  Pages 186 - 191
Tiroid kanserleri en sık görülen endokrin sistem kanserleridir. Papiller tiroid karsinomları, tiroid kanserlerinin yaklaşık %80’ inini oluşturmaktadır ve en iyi prognozlu tipidir. Hashimoto tiroiditi ise dünyada en sık görülen otoimmun tiroidittir ve hipotiroidizmin en sık sebebidir. Daha önce yapılan çalışmalarda kronik inflamasyonun kansere yol açabileceği gösterilmiştir. Çalışmamızın amacı papiller tiroid karsinomunu ile Hashimoto tiroiditi arasında bir ilişki varlığını araştırmaktır. Endokrinoloji ve Aile hekimliği kliniklerinden Ocak 2008 ve Mart 2015 tarihleri arasında tiroid papiller karsinomu (PTK) nedeniyle takip edilip, patoloji arşivleri incelenerek tiroidektomi yapılan hastalar tarandı.Yaşı 18’in altında olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Retrospektif incelemede, papiller tiroid kanserli hastalara eşlik eden Hashimoto tiroiditi sıklığı araştırıldı. Çalışmaya 87 PTK olgusu ve kontrol grubu olarak aynı sayıda 87 kişi dahil edilmiştir. Hastalarının yaş ortalaması 47±15 yıl, erkek/kadın oranı iki grupta da yaklaşık olarak 1: 8 idi. Olguların aile öyküsünde tiroid karsinomu, tiroid dışı malignite, Hashimoto tiroiditi ve sistemik otoimmun hastalık açısından iki grup arasında farklılık saptanmadı. Hastaların preop tiroid fonksiyon testleri ve antikor değerleri karşılaştırıldığında, PTC olan hastalarda TSH ve sT3 median değerleri anlamlı olarak yüksek; sT4, anti-TPO, anti-Tg değerleri gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu.. Papiller tiroid karsinomu ile Hashimoto tiroidit arasındaki ilişki incelendiğinde hastaların hashimoto tiroidit sıklığı kontrol grubu ile benzer olduğu görüldü. Papiller tiroid karsinomlu hastaların Hashimoto tiroiditi dağılımı kontrol grubu ile benzerdi.
Thyroid cancer is the most common type of endocrine system cancers.
Thyroid cancer is the most frequent type of endocrine system cancers.
Thyroid cancer is the most frequent type of endocrine system cancers.
Papillary thyroid cancer ( PTC) which has favourable prognosis and accounted for 80 % of thyroid cancer. Hashimoto’s thyroiditis is the most common cause of hypothroidism. This paper aimed to determine possible relationship between PTC and Hashimoto’s thyroditis. Between the January 2008 and March 2015, the patients who had thyroidectomy were retrospectively examined. PTC and healthy control groups with their pathologic and laboratory data were included. A total of 87 PTC and 87 healthy subjects were enrolled. Of all participants, mean age was 47±15 years and male to female ratio was approximately 1: 8. Family histories regarding to thyroid carcinomas, nonthyroidal malignacy, Hashimoto thyroiditis and systematic autoimmune disease were similar in both groups (p>0.05, for all). Although PTC patients had higher TSH and fT3 median values, fT4, anti-TPO, anti-Tg values were similar as well. Finally, it was found that there was no association between PTC and Hashimoto’s thyroiditis. The ratio of Hashimoto’s thyroiditis in patients with PTC was similar to those of control group.

8.Clinical Outcomes and Mortality Analysis of Patients with COPD Admitted to an Intensive Care Unit: Retrospective Analyses of Five-Year Data
Özgür Osman Kılınç, Nazım Doğan, Erkan Cem Çelik, Ali Ahıskalıoğlu, Ahmet Murat Yayık, Mürsel Ekinci
doi: 10.5222/MMJ.2016.192  Pages 192 - 198
Giriş:
Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH); ilerleyici ve kalıcı hava akımı kısıtlanmasına neden olan, yaygın, önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalıktır.
Gereç ve Yöntem
Bu çalışmada 2008-2013 yılları arasında yoğun bakım kliniğimizde tedavi alan 298 KOAH hastasının verilerini retrospektif olarak inceledik. Hastaların demografik özellikleri ve klinik verileri kaydedildi. Hastalar yoğun bakım ünitesi sonuçlarına göre sağ kalanlar ve ölen hastalar olarak iki gruba ayrıldı. Mortalite oranı ve bu orana etki eden faktörler incelendi.
Bulgular
Çalışmamızda mortalite oranı %44,64 olarak bulundu. Yaşayan hastaların yaş ortalaması 67,29±10,42 iken ölen hastaların yaş ortalaması 70,54±11,25 olarak tespit edildi ve aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu saptandı(p < 0.05). Hastaların GKS, APACHE II ve SOFA skoru değerleri karşılaştırıldığında yaşayan hastalarla ölenler aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu belirlendi(p<0.001). Hastaların mekanik ventilasyon ile ilgili verileri (PEEP, PIP, Plato basıncı), yatış süreleri ve cinsiyet dağılımları karşılaştırıldığında, yaşayan ve ölen hasta grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı saptandı (p>0.05).Yaşayan ve ölen hastaların PaCO2, HCO3, WBC, Hb, Cr, Na, Ca, Mg değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu tespit edildi (p<0.05). Hastaların 12’sine (% 4) trakeotomi uygulandı.
Sonuç:
Sonuç olarak; yoğun bakım takip ve tedavilerindeki gelişmelere rağmen, KOAH hastalarında mortalite oranı multifaktöriyel sebeplere bağlı olarak halen yüksek seyretmektedir.
Objectives
Chronic obstructive pulmonary disease (COPD); is a common, preventable and treatable disease which causes generally progressive and permanent air flow.
Materials and Methods
In this study, we examine the 298 patients with COPD who have been treated in our intensive care clinics between 2008-2013years retrospectively. Demographic characteristics and clinical data of patients were recorded. Patients were divided into two groups as survivors and dead. Mortality rate and factors affect in mortality were examined.

Results:
In the study, the mortality rate was found to be 44,64 %. The average age of surviving patients was (n=165) 67,29±10,42 while the average age of the ones who became exitus was found to be (n=133) 70,54±11,25 and it was detected that there was a statistically significant difference between the two (p < 0.05). When the GKS, APACHE II and SOFA score values of the patients were compared, a significant difference between them was detected (p<0.001). When the patients’ data related to the mechanical ventilation (PEEP, PIP, Plateau pressure), duration of hospitalization and gender distribution were compared, it was detected that there were no statistically significant difference between the surviving and dead patient groups (p>0.05). A statistically significant difference was detected between the PaCO2, HCO3, WBC, Hb, Cr, Na, Ca, Mg values of the patients who survived and died (p<0.05). Tracheotomy was performed 12 patients (4%).
Conclusion:
In conclusion; despite the development in the intensive care follow-up and treatments, the mortality rate in the patients with COPD still remains high depending on multifactorial reasons.

9.The Relationship Between Sociodemographic Variables and Depressive Symptoms in Uncomplicated Pregnant Women at Term
Ebru Ersoy, Halil Özcan, Ali Özgür Ersoy, Aytekin Tokmak, Esra Yaşar Çelik, Yasemin Taşcı
doi: 10.5222/MMJ.2016.199  Pages 199 - 204
Çalışmamızda, düşük riskli term gebeliklerde, sosyodemografik etkenler ile depresyon belirtilerinin ilişkisini araştırmayı amaçladık. Aralık 2013- Mayıs 2014 tarihleri arasında ayaktan başvuran hastalar arasından çalışmaya katılmayı kabul eden 417 miadında, antenatal takiplerinde belirgin risk saptanmayan gebeye anket ve Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) uygulandı. Ölçekte kesme puanı 17 olarak değerlendirildi. Buna göre BDÖ puanı 0-16 olanlar 1. grup, 17 ve üzeri olanlar 2. grup olarak sınıflandırıldı. 1. grupta 346 (%82,98) kişi, 2. grupta 71 (%17,02) kişi yer aldı. Katılımcıların eğitim düzeyi, kendisinin mesleği, eşinin mesleği, yaşam yeri, sosyal güvence, aylık gelir, kendisinde veya ailede psikiyatrik hastalık öyküsü, sigara kullanımı, sağlık kuruluşuna ulaşım zorluğu, aile yapısı, göç etme, ailenin gebeye sosyal desteği, çevrenin gebeye sosyal desteği, gebeliğin planlanarak istenmesi, önceki gebelik sonucu, gebelikte vitamin kullanımı ve parite açısından gruplar arasında anlamlı fark saptanmadı. Bebek ile ilgili kaygı varlığı, olumsuz yaşam deneyimi varlığı, evlilikte sorun varlığı, resmi nikah yokluğu, düzenli antenatal takip yokluğu, premenstrüel sendrom öyküsü varlığı ve bebeğin doğum ağırlığının daha az olması 2. grupta istatistiksel olarak belirgin derecede fazla gözlendi. Gebelik süreci sağlıklı ilerleyen doğuma yakın olgularda da değişik bireysel özellikler depresyon semptomları gelişimine neden olabilmektedir. Bu gebelerin deprese ruh halini arttırabilecek faktörlerin önceden tanınması, anne ve çocuk sağlığını iyileştirici önlemlerin alınmasına yardımcı olabilir.
We aimed to investigate the relationship between sociodemographic variables and depressive symptoms in uncomplicated pregnant women at term. Four hundred seventeen pregnant patients at term who attended to antenatal outpatient clinic of our institution between December 2013- May 2014 and had no significant risk factor were recruited for Beck Depression Inventory (BDI). The cut-off point was accepted as 17. When the BDI point was between the ranges of 0 and 16, the patient was classified into Group 1, and the other patients were classified into Group 2. There were 346 patients (82.98%) in Group 1, and 71 patients (17.02%) in Group 2. Educational level, occupation, her husband's occupation, habitat, social security status, level of financial income, previous psychiatric illness history of herself or anyone in her family, smoking status, the eligibility to arrive to a health center, family structure, migration status, social support from family and close environment, the status of planned or unplanned pregnancy, the outcome of previous pregnancy, the use of vitamin pills in pregnancy, and number of parity were comparable between the groups. The presence of anxiety for fetal health, unfavorable life experience, marital problem, history of premenstrual syndrome, the lower birth weights, and the absence of a civil marriage and regular antenatal visits in Group 2 were significantly more frequent than Group 1. Many individual variables of uncomplicated pregnants at term can raise the development of depressive symptoms. The early labeling of the risk factors may be beneficial to provide favorable maternal and neonatal outcomes subsequently.

REVIEW
10.Scaffold technologies: using a natural platform for stem cell therapy
Esin Akbay, Mehmet Ali Onur
doi: 10.5222/MMJ.2016.205  Pages 205 - 212
Son yıllarda çeşitli sağlık problemleri ve hastalıklara yönelik olası tedavi yöntemi olarak çeşitli yollarla tasarlanmış yapı iskelesi yüzeyleri rapor edilmiştir. Çeşitli hastalıklar ve doku/organ hasarları için tasarlanmış yapı iskelesi yüzeyleri iki önemli komponentten oluşmaktadır: kök/progenitor hücreler ve biyolojik yapı iskeleleri.
Son evresinde bulunan organ hasarlarının tedavi yollarında çok sayıda kısıtlayıcı etken vardır. Günümüzde tüm organın yenilenmesi yerine, doğal ekstraselüler matriks yapı iskelesi yüzeyi eldesi için kullanılan deselülarizasyon tekniği en başarılı yöntemlerden biridir. Bu bilgiler ışığında, birçok doku için yapı iskelesi yüzey teknolojilerinin (deselülerizasyon yöntemleri) ve doku mühendisliği için kök hücre terapi stratejilerinin son zamanlardaki durumunu bu derleme ile değerlendirdik.
Several contemplated ‘scaffold platforms’ have been reported recently for the feasible treatment of various disorders and diseases. These engineered scaffold platforms base on two main factors: stem/progenitor cells and biomaterial scaffolds for the regeneration of many diseased and injured tissues and/or organs.
There are so many limitations for end-stage organ failure treatment ways. Thus, future advance in tissue engineering will depend on improving new scaffolding methods. Currently instead of regenerate whole organ, decellularization techniques used for obtained native extracellular matrix (ECM) scaffold platform are one of the most successful techniques. In the light of this information, in this paper we review the current status of scaffold platform technologies; ‘decellularization methods’ for various tissues and stem cell therapy strategies for tissue engineering.

11.Current Approaches to the Diagnosis and Treatment of Resistant Hypertension
Nurşen Keleş, Feyza Aksu, Yusuf Yılmaz, Kenan Demircioğlu, Mustafa Çalışkan
doi: 10.5222/MMJ.2016.213  Pages 213 - 221
Rezistan hipertansiyon (RHT), bir tanesi maksimum dozda diüretik olmak üzere en az üçlü anti-hipertansif tedaviye rağmen kan basıncı kontrolünün sağlanamadığı klinik durum olarak adlandırılır.
Öncelikle kan basıncının yanlış ölçümü, yetersiz tedavi planı, tedaviye uymsuzluk veya beyaz önlük etkisi gibi psödo resistan durumların dışlanması, gerçek resistan hipertansiyon tanısı koyabilmek için önemlidir. Tedavi rejiminin karmaşıklığı,sosyoekonomik statü, yaşam şekli psikolojik etkiler tedavi ye uyumu etkileyen temel etmenlerdir.
RHT için araştırılmakta olan tedaviler arasında renal denervayson gibi invazif geri dönüşümsüz prosedürler ve karotis barareseptör stimulasyonu gibi implante edilebilir aletler ile yapılan tedaviler RHT için araştırılmakta olan tedaviler arasında yer almaktadır.
Renal denarvasyonun RHT tedavisindeki yeri ve faydası hakkında yeterli olumlu veri bulunmamdığından bu hastalar için en iyi tedavi şeklinin tedaviye tam uyumun sağlaması ve yaşam şekli değişikliği olduğu söylenebilir.
Resistant hypertension (RHT) is a clinical state in which although concomitant in-take of at least three antihypertensive drugs, one of these preferably being a diuretic at full doses, blood pressure control is not provided.
Firstly, it should be confirmed that the patients with resistant hypertension have true RHT, this can be performed by ruling out or correcting factors associated with pseudo-resistance which include an inaccurate measurement of blood presure (BP), inappropriate drug choices or doses and the non-adherence to prescribed therapy, or the white-coat effect. The complexity of the treatment regimen, socioeconomic status, lifestyle and psychological influences affect adherence to medication.
Treatment methods being researched for the management of RHT include invasive, irreversible procedures or implantable devices such as renal denervation and carotid baroreceptor stimulation.
It is unclear whether renal denervation may benefit a subset of patients with resistant hypertension. For this reason; the best choice for treatment of RHT seems to be providing well adherence to medication and life style change of patients with RHT.

CASE REPORTS
12.Temporo-parietal encephalocele: a case report
İpek Ulu, Yasemin Çekmez, Esra Tuştaş Haberal, Mehmet Serdar Gülşen, Şirin Güven
doi: 10.5222/MMJ.2016.222  Pages 222 - 225
Giriş:
Beyin dokusunun meninkslerle veya değil, kafatasındaki bir defektten fıtıklaşması ensefalosel olarak tanımlanır. Çoğunlukla oksipital bölgede görülür, temporal ensefalosel tüm ensefalosellerin sadece %1’ini oluşturur.
Olgu sunumu:
33 yaşında bir Türk kadın, gravida 5, parite 2, 38 hafta 5 günlük gebeliği mevcutken bel ağrısı ile hastanemize başvurdu. Ultrasonografisinde 38 hafta ile uyumlu tekil, canlı, erkek fetus saptandı. Fetusun kafatasında sol temporo-parietal bölgeden protrude olan 3x4cm’lik kitle saptandı. Kitle içinde az miktarda beyin dokusu saptandı. Başka bir extrakranyal kongenital malformasyon saptanmadı. Temporo-parietal ensefalosel tanısı koyuldu.
Tartışma:
Ensefaloseller genellikle kafatasının oksipital veya anterior bölgesinde olmaya meyillidirler. Temporo-parietal yerleşim literatürde oldukça nadirdir. İki boyutlu ultrason ensefalosellerin yaklaşık %80’ini yakalar. Ensefalosellerin yönetimi yerleşim ve boyutlarına bağlıdır. Gebeliğin sonlandırılması kararında, taşan beyin dokusunun boyutu ve eşlik eden ölümcül anomaliler rol oynar. Kesedeki beyin dokusu küçük ise, o zaman prognoz bizim vakamızda olmasını beklediğimiz gibi umut verici olur.
Introduction:
Herniation of the brain tissue with or without meninges through a defect in the calvarium is defined as encephalocele. Most commonly seen in occipital region, the temporal encephalocele occupies only 1% of all cases of encephalocele.
Case Report:
A 33 year-old Turkish woman gravida 5, parity 2, admitted to our hospital with the complaint of low back pain at 38+5 weeks of gestation. In the sonographic examination a single viable male fetus appropriate with 38 weeks of gestation was detected. In the calvarium of the fetus a 3x4cm mass was also detected protruding from the left temporo-parietal region. Small amount of brain tissue was identified in this mass. No fetal extracranial congenital malformations were detected. The diagnosis of a temporo-parietal encephalocele was made.
Discussion:
Encephaloceles are generally presented to be at occipital and anterior region of the calvarium. Temporo-parietal location is very rare in the literature. Two dimensional (2D) ultrasound catches nearly 80% of encephaloceles. Management of encephaloceles depends on the location and size of them. The size of brain tissue bulging and associated lethal anomalies play role in the decision of termination of the pregnancy. If the brain tissue in the sac is small then the prognosis becomes promising as we expect to be in our case.

13.Condyloma Acuminata of the Urinary Bladder; A Rare Case Report
Caner Ediz, Ayşe Nur İhvan, Oğuzhan Gündüz, Hakan Remzi Dinçer
doi: 10.5222/MMJ.2016.226  Pages 226 - 229
Kondiloma Aküminata, papovirüs ailesinde yer alan Human papilloma Virüs’ün (HPV) neden olduğu seksüel geçişli bir hastalık olup genital yada perianal bölgede bazende external orifis ve mesane içerisinde görülmektedir. Mesane tutulumu son derece nadirdir ve bu durum immünsupreasyon ile ilişkili olabilmektedir.
Bu vakamızda, genital lezyon ile beraber dizüri ve pollaküri gibi semptomlar nedeniyle hastanemize başvuran bir hastayı sunduk. Genital alandaki lezyondan eksizyonel biyopsi alındı. Daha sonra lezyonlar bipolar koter ile yakıldı. Üriner sistem tutulumu açısından sistoskopi yapıldı. Mesane tabanı ve inter trigonik alanda hiperemi ve vaskülarizasyonda artış saptandı. Şüpheli alanlardan soğuk biyopsi örneği alındı. Genital alandaki ve mesanedeki lezyonların patolojik incelemesi kondiloma aküminata ile uyumlu olarak bulundu. Mesanedeki lezyonlar fulgarize edildi ve hastaya rekürrens oluşumunu engellemek açısından immünoterapi başlandı.
Condyloma Acuminata (CA) is caused by the Human Papilloma Virus (HPV) of the papovavirus family and it is a sexually transmitted disease that can be found in the genital or perianal area, sometimes the external urethral orifice or the bladder. Involvement of bladder is very rare and it may be related with immnuosuppression.
In our case, the patient came to the hospital with genital lesions and urinary irritation symptoms such as dysuria and pollakuria. Genital warts were located in the genital area, therefore we took excisional biopsy. And then, the lesions were treated with bipolar cauterization. Cystoscopy was performed to check for involvement of urinary system. There was hyperemia in the base of the bladder and the inter trigonic line and there was an increase in vascularization. We took cold cup punch biopsies from several suspicious areas. The pathological results of external genital warts and bladder biopsies were found consistent with condyloma acuminata. The lesions in the bladder were fulgurated and immunotherapy was performed to prevent the formation of recurrence of CA.

14.Primary Torsion and Necrosis of the Vermiform Appendix in a child: a Case Report
Birsen Harma
doi: 10.5222/MMJ.2016.230  Pages 230 - 231
Akut apendisit çocuklarda akut sağ alt kadran ağrısının en sık etiyolojisidir. Torsiyone vermiform apendiks gibi bazı nedenler de akut batın tablosunu taklit edebilmektedir. Bu yazıda akut sağ alt kadran ağrısı ile görülen ve akut apendisit tanısı alan 3 yaşında bir kız çocukta karşılaşılan saat yönünde torsiyone olmuş ve nektotik vermiform apendiks bildirilmektedir. İlgili literatür ışığında görüldüğü kadarıyla 3 yaşındaki bu olgu nekrotik torsiyone vermiform apendiks olguları içinde literatürde bu güne kadarki en küçük olgudur.
Acute appendicitis is the most common cause of acute abdominal pain orienting on the right lower quadrant in children. Some other conditions including torsion of the vermiform appendix can simulate acute abdomen. A three years old female child is reported suffering from acute right abdominal pain. During the routine appendectomy procedure necrotic vermiform appendix is found which is twisted in clockwise direction. To the best of our knowledge our patient is the youngest one among others that had been reported in the literature.

15.A rarely seen lipoma variant: Osteochondrolipoma: Case report
Ayşe Bahar Ceyran, Murat Demiroğlu, Serkan Şenol, Bengü Çobanoğlu Şimşek, Korhan Özkan
doi: 10.5222/MMJ.2016.232  Pages 232 - 236
Yumuşak dokunun en sık tümörü olan lipomlara, sıklıkla fibröz bağ dokusu, kan damarları, düz kas, migzoid alanlar eşlik edebilir. Lipomlar, nadiren de kemik iliği, kıkırdak nodülleri ve kemik formasyon alanları içerebilir. Hem kemik hem de kıkırdak alanlarını içeren lipomlar ise son derece nadir olup daha çok baş boyun bölgesinde ve ağız içinde bildirilmiştir. 54 yaşında bir kadın hastada, 5 yıl önce, ön kol cilt altında fark edilen, USG ve MR bulguları lipom ile uyumlu 7cm. çaptaki kitle mevcuttur. Kitlenin son zamanlarda sertleşerek ağrı yapmaya başlaması üzerine yapılan radyolojik incelemelerde atipik lipom- düşük dereceli liposarkom şüphesi saptanmıştır. Bu nedenle yapılan tru cut biyopsi materyalinde izlenen yağ doku alanları içindeki iğsi hücreli alanlar nedeniyle kesin ayırıcı tanı için total eksizyon uygulanmıştır. Materyalin histopatolojik incelemesinde lezyon, osteokondrolipom olarak rapor edilmiştir.
Yapılan sitogenetik çalışmalar ile konvansiyonel lipomların varyantı olarak kabul edilen ve son derece nadir görülen osteokondrolipomları, tru-cut veya küçük biyopsi materyallerinde değerlendirmek zor olabilir. Hem klinik, radyolojik ve hem de histopatolojik olarak ayırıcı tanıda güçlük oluşturabilirler. Bizim olgumuz şimdiye kadar bildirilmiş altıncı OKL olgusu olup ön kol lokalizasyonunda bildirilen ilk olgu olma özelliğini göstermektedir.
Lipomas which are the most common tumors of the soft tissue often accompanied by fibrous tissue, blood vessels, smooth muscle, myxoid areas; and rarely include bone marrow, chondroid nodules and bone formation areas. Lipomas containing both bone and chondroid areas are extremely rare and have been reported most commonly in head, neck and intraoral areas. 54 years old female patient has a 7 cm. diameter subcutaneous mass in the forearm which was discovered five years ago. USG and MR findings have indicated lipoma. Radiologic examination, which has been performed due to the recent pain and hardening mass, revealed an atypical lipoma- low grade liposarcom probability. As the spindle cell areas in the fatty tissue have been seen in the tru-cut biopsy, total excision has been applied for differential diagnosis. The histopathological examination has reported osteochondrolipoma.
Osteochondrolipomas have been accepted as a variant of conventional lipomas as a result of the cytogenetic studies. It might be difficult to diagnose rarely seen osteochondrolipomas in the tru-cut or small biopsy specimens. Both clinically, radiologically and histopathologically differential diagnosis might be difficult. This case is the 6th OCL case which has been reported in the literature and the first case in the forearm area.




 

  © 2024 MEDJ