Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 31 (1)
Volume: 31  Issue: 1 - 2016
Hide Abstracts | << Back
ORIGINAL ARTICLE
1.Can complete blood count and ratios to each other be helpful to prostate specific antigen for avoiding unnecessary transrectal ultrasound prostate biopsy
Akın Soner Amasyalı, Akif Koç, Mehmet Erol Yıldırım, Erhan Sarı, Cem Güler, Haluk Erol
doi: 10.5222/MMJ.2016.001  Pages 1 - 5
PSA yüksekliği nedeniyle prostat biyopsisi yapılmış hastaların biyopsi öncesi tespit edilen tam kan değerlerinin biyopsi sonucunu ön görüp görmediğini araştırmayı amaçladık. Üç üniversite hastanesinde psa yüksekliği nedeniyle prostat biyopsisi yapılan toplam 281 hastanın verileri retrospektif olarak tarandı. Hastaların yaşları, prostat biyopsisi öncesi tam kan (lökosit, lenfosit, nötrofil, monosit, trombosit), total psa, serbest psa değerleri, prostat hacmi ve prostat biyopsi sonuçları kaydedildi. Prostat biyopsisi sonucuna göre gruplar; I: Prostat kanseri, II: Benign prostat hiperplazisi, III: Kronik prostatit şeklinde oluşturuldu. Biyopsi öncesi tam kan değerlerinin ve bu değerlerin birbirlerine olan oranlarının gruplar açısından istatistiksel olarak anlamlı bir öngörü değerlerinin olup olmadığı araştırıldı. Gruplar arasında trombosit sayısı, trombosit/ lenfosit ve nötrofil/monosit oranları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptandı. Grup III' deki hastaların hem trombosit hem de trombosit/lenfosit değerleri Grup I ve Grup II' deki hastaların değerlerinden anlamlı olarak yüksek bulundu. Yine Grup III’ deki hastaların nötrofil/monosit değerleri Grup II' deki hastaların değerlerinden anlamlı olarak yüksek bulundu. PSA yüksekliği nedeniyle prostat biyopsisi planlanan hastaların işlem öncesi trombosit sayısı, trombosit/lenfosit ve nötrofil/monosit oranlarına bakılarak prostat biyopsi sonucunun kronik prostatit sonucunu ön görülebileceği bu çalışma ile gösterildi. Bununla birlikte geniş serili prospektif vaka kontrol çalışmaları tam kan değerlerinin prostat biyopsi sonuçlarını öngörmedeki değerinin ortaya konmasına yardımcı olacaktır.
We aimed to evaluate, if complete blood counts (CBC) before prostate biopsy could predict the result of the prostate biopsy performed due to the increased PSA levels in this study. We retrospectively evaluated the data of the 281 patients whom undergone a prostate biopsy because of the increased levels of PSA in three university hospital. Patient's age, pre-biopsy CBC, total PSA, free PSA, prostate volume and pathological results were recorded. Patients were grouped according to the pathological results such as; I: prostate cancer, II: Benign prostate hiperplasia, III: chronic prostatitis. We evaluated the predictive effect of CBC and ratios of this counts among the three groups statistically. There were a statistically significant difference among the three groups regarding platelet count, neutrophil/monocyte (NMR) and platelet/lymphocyte ratio (PLR). The patelet count and PLR are significantly higher in group III rather than group I and II. Also the NMR was significantly higher in group III than group II. We have shown that pre-biopsy platelet count, NMR and PLR could predict the chronic prostatitis result of patient whom undergone a prostate biopsy because of the increased levels of PSA. Furthermore, prospective case-controlled, large studies would be helpful to explore the predictive value of CBC on the prostate biopsy results.

2.Relationship Between Residual Syntax Score and In Hospital Outcomes In Patients Undergoing Primary Percutaneous Intervention
Altuğ Ösken, Mehmet Bülent Vatan, Ercan Aydın, Salih Şahinkuş, Selçuk Yaylacı, Yusuf Can, İbrahim Kocayiğit, Hüseyin Gündüz, Ramazan Akdemir
doi: 10.5222/MMJ.2016.006  Pages 6 - 14
Amaç: Çalışmamızda, ST yükselmeli myokard enfarktüsü tanısıyla primer perkütan koroner girişim uygulanan hastalarda, inkomplet revaskülarizasyonun kantitatif bir ölçümü olarak kabul edilebilecek rezidüel SYNTAX skoru ile hastane içi dönemdeki sonlanım noktaları arasındaki ilişkiyi saptamak amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya, uygunluk kriterlerini karşılayan 105 hasta alındı, rSS=0 olan grup komplet revaskülarizasyon, rSS≥1 olan grup ise inkomplet revaskülarizasyon olarak tanımlandı. Hastaların klinik, demografik verileri, laboratuvar değerleri, anjiografik, prosedürel karakteristikleri, lezyon özellikleri, farklı skorlama sistemleri ve hastane içi sonlanım noktaları gruplar arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Olguların 35’ inde (%33,3) rSS=0, 70’ inde (%67.7) rSS ≥1 bulundu. Olguların 86’ sı (%81.9) erkek, 19’u (%18.1) kadındı. Gruplar arasında demografik verilerden yaş, boy, hipertansiyon öyküsü, sigara içiciliği açısından istatistiksel anlamlı fark bulundu (p<0.05). Laboratuvar değerleri açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Anjiografik karakteristiklerden stent uzunluğu ve çapı açısından gruplar arasında anlamlı fark saptandı (p<0.05). Lezyon özellikleri açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Hastane içi sonlanım noktalarından yalnızca rekürren iskemi rSS≥1 olan inkomplet revaskülarizasyon grubunda istatistiksel anlamlı yüksek saptandı (p<0.05).
Sonuç: İnkomplet revaskülarizasyonun dolaylı bir belirteci olarak hesapladığımız rezidüel Syntax skoru STEMI hastalarında hastane içi sonlanım noktalarını öngördürmekte yeterli olamamaktadır. Bu konuda uzun ve kısa dönem mortaliteyi göstermek açısından daha geniş kapsamlı randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: In our study, we aimed to show the relation between residuel Syntax score which can be considered as a quantitative measurement of residual ischemia and inhospital outcomes who diagnosed ST-elevation myocardial infarction undergoing primary percutaneous coronary intervention.
Material and Methods: 105 patients meeting the eligibility criteria were included to the study. Complete revascularization was defined as rSS=0 and incomplete revascularization was defined as rSS≥1. Clinical, demographic data, laboratory values, angiographic, procedural characteristics, lesion characteristics, different scoring systems and in-hospital endpoints were compared between groups.
Results: 35 patients (33.3%) in rSS = 0 and 70 patients (67.7%) were found in rSS ≥ 1 group. 86 patients (81.9%) were male and 19 (18.1%) were female. Demographic data between the groups in age, height, history of hypertension, cigarette smoking was statistically significant (p <0.05). All laboratory values have no significant difference (p> 0.05). Angiographic characteristics between the groups consistent with the stent length and diameters were significantly different (p <0.05). There was no significant difference in lesion characteristics (p> 0.05). Only recurrent ischemia from in-hospital outcomes was significantly higher in the RSS ≥ 1 group which was defined as incomplete revascularization (p <0.05).
Conclusion: Residual Syntax score which was calculated as an indirect marker of incomplete revascularization is not enough for prediction of in-hospital endpoints patients with STEMI. In this regard randomized controlled and more extensive studies are needed to demonstrate long-and short-term mortality.

3.Long Term Results Of Refractory Glaucoma Cases With Ahmed Glaucoma Valve Implantation
Serpil Yazgan, Uğur Çelik, Sılay Cantürk Uğurbaş, Şükrü Bayraktar, Ömer Faruk Yılmaz
doi: 10.5222/MMJ.2016.015  Pages 15 - 22
Dirençli glokom olgularında Ahmed glokom valf(AGV) implantasyonunun göz içi basıncı, görme keskinliği ve kornea üzerindeki uzun dönem etkilerini değerlendirmektir. 2003-2014 yılları arasında dirençli glokom tanısıyla Ahmed valf implantasyonu yapılan olgular geriye dönük incelendi. Görme keskinliği en az ışık hissi düzeyinde olan ve 12 ay takip süresi olan hastalar seçildi. Ameliyat öncesi ve son muayenedeki en iyi düzeltilmiş görme keskinliği(EİDGK), göz içi basıncı(GİB), medikasyon sayısı ve merkezi kornea kalınlığı (MKK) kaydedildi. Komplikasyonlar ve uygulanan ilave cerrahiler not edildi. İlave glokom cerrahilerine ihtiyaç duyulmadan GİB’nın ilaçlı/ilaçsız 5-22 mmHg olması ve görme keskinliğinin korunması ve kornea saydamlığının devamlılığı tam cerrahi başarı sayıldı. Neovasküler(n=13), afakik(n=13), penetran keratoplastiye ikincil(n=7), konjenital(n=4), travmatik (n=5) ve primer dirençli glokom (n=6) olmak üzere 47 dirençli glokom olgusunun 48 gözü değerlendirildi. Yaş ortalaması 50.40±22.80 yıl, takip süresi 32.33±20.78(12-84) ay, operasyon öncesi ve son takipteki EİDGK sırasıyla 1.50±0.61 ve 1.60 ±0.57 LogMAR, GİB değerleri sırasıyla 39.22±9.47 ve 17.02±4.29 mmHg, medikasyon sayısı sırasıyla 3.47±0.92 ve 1.52±1.09, MKK sırasıyla 590.00±88.86 ve 655.25±170.88 mikron saptandı.(p<0.05) İlave uygulanan cerrahiler; suprakoroidal hemoraji drenajı(n=1), tüp ucu temizliği (n=5), anteriyor vitrektomi (n=5), tüp repozisyonu(n=3), tüp ucu kısaltılması(n=6), grefon/korneal yetmezlik nedeniyle PK(n=3), ilave siklodestriktif işlem(n=5) şeklindeydi. Tam cerrahi, toplam ve başarısızlık oranları sırasıyla %46 (n=22), %89.4(n=43), %10.6(n=5) olarak saptandı. AGV ile dirençli glokom olgularında tatmin edici göz içi basıncı düşüşü sağlanmaktadır. Ancak zamanla görünür bir tüp-endotel teması olmasa bile endotel yetmezliğine bağlı kornea ödemi ve görme kaybı oluşmaktadır.
To evaluate the efficacy of the long term results of Ahmed glaucoma valve(AGV) implantation at refractory glaucoma cases on intraocular pressure, visual acuity and cornea. The cases AGV implanted with refractory glaucoma were evaluated retrospectively between the years 2003 to 2014. The cases were selected at least light perception visual acuity and followed longer than 12 months. Preoperative and postoperative corrected distance visual acuity levels(CDVA), intraocular pressure(IOP), number of medication and central corneal thickness(CCT) were recorded. Complications and additional surgeries were noted. The perfect achievement were considered as the combination of; no additional surgery necessity, achieved mean IOP level between 5-22 mmHg, stability of visual acuity and corneal transparency. Forty eight eyes of 47 refractory glaucoma cases with neovascular(n=13), aphacic(n=13), secondary to penetrating keratoplasty(PK)(n=7), congenital(n=4), traumatic(n=5) and primer refractory glaucoma(n=6). Mean age was 50.40±22.80 years, mean follow up was 32.33±20.78(12-84) months, preoperative and postoperative CDVA were respectively 1.50±0.61 and 1.60±0.57 LogMAR, IOP values were 39.22±9.47 and 17.02±4.29 mmHg, number of medication were 3.47±0.92 and 1.52±1.09, CCT were 590.00±88.86 and 655.25 ±170.88µm.(p<0.05) Additional surgeries were suprachoroidal hemorhage drainage(n=1), AGV tip cleaning(n=5), anterior vitrectomy(n=5), AGV reposition(n=3), AGV tip shorthening(n=6), corneal greft insufficieny related PK(n=3), additional cyclodestructive procedures(n=5). Perfect surgical, total surgical success and unsucceful surgical rates were detected as %46(n=22), %89.4(n=43) and %10.6(n=5) respectively. AGV was a considerable succesfull surgical option for decreasing the IOP in refractory glaucoma cases. However even there is not a significant AGV endothelial touch, endothelial insufficiency related corneal edema and eventual visual loss was seen.

4.Effects of Anthropometric Measurements on Spinal Anaesthesia Block Characteristics and Hemodynamics
Pınar Karaca Baysal, Birzat Emre Gölboyu, Mürsel Ekinci, Mahmut Güden, Ali Ahiskalioğlu, Erkan Cem Çelik
doi: 10.5222/MMJ.2016.023  Pages 23 - 31
Amaç: Çalışmamızda spinal anestezi ile yapılan elektif sezeryan ameliyatına alınacak hastalarda vücut kitle indeksi, vücut yüzey alanı, abdominal çevre ve bel/kalça oranları gibi ölçülen ya da hesaplanan antropometrik değerlerin spinal anestezinin sensoryal blok karakteristiğine ve hemodinamiye olan etkilerini saptamayı amaçladık. Materyal ve metod: Elektif sezaryen operasyonu geçirecek, 18-35 yaş arası, “Amerikan Anestezistler Derneği” (ASA) fizyolojik skoru I-II grubu olan 50 olgu çalışma kapsamına alındı. Operasyon öncesi hastaların ağırlıkları tartılıp, boyları ölçülerek vücut yüzey alanı ve vücut kitle indeksleri hesaplandı. Bunun yanında abdominal, bel ve kalça çevrelerinin uygun anatomik noktalardan ölçümü yapıldı ve kaydedildi. Oturur pozisyonda L3-L4 aralığından 25G Quincke iğne ile subaraknoid aralığa girildikten sonra 10mg hiperbarik bupivakain HCL ile spinal anestezi uygulandı. Duyusal bloğun T4 seviyesine ulaşma zamanı, maksimum duyusal blok seviyesi her olguda kaydedildi. Spinal anestezi süresince hipotansiyon ve bradikardi gelişen olgular kaydedildi. Bulgular: Antropometrik ölçümlere dayalı yaptığımız çalışmada; hastaların %54’ünde hipotansiyon görülürken kısa boy, geniş abdominal çevre, yüksek vücut kitle indeksi, düşük vücut yüzey alanı ve yüksek bel/kalça oranları olan hastalarda hipotansiyon görülme sıklığının arttığı görüldü. Hastaların %18’inde bradikardi gelişirken kısa boy, yüksek vücut kitle indeksi, düşük vücut yüzey alanı ve yüksek bel/kalça oranları olan hastalarda bradikardi görülme sıklığının arttığını saptadık. Ayrıca çalışmada boy, kilo ve vücut yüzey alanı değerleriyle sensöryel bloğun T4 dermatomuna ulaşma süresi arasında pozitif korelasyon saptanırken, vücut kitle indeksi ile maksimum sensöryal bloğun oluştuğu dermatom sahası arasında pozitif korelasyon olduğunu saptandı. Ayrıca vücut kitle indeksi ve bel/kalça oranı ile efedrin ihtiyacı arasında da pozitif korelasyon saptandı. Sonuç: Spinal aneztezi uygulaması planlanan hastalarda yapılacak basit ve zaman almayan antropometrik ölçümlerin vereceği değerlerler doğrultusunda gelişebilecek olası bradikardi ve hipotansiyon durumlarına karşı daha hazırlıklı olunabilir, spinal anestezi duysal blok karakteristiği hakkında tahmin yürütülebilir.
Objective: We aimed to determine the effects of anthropometric values; body mass index, body surface area, abdominal circumference, and waist/hip ratio on sensorial block characteristics of spinal anesthesia and hemodynamics in patients to undergo cesarean sections performed under spinal anesthesia. Material and Method: 50 cases aged between 18-35, who would undergo elective cesarean section were included in the study. Weight, length, body surface area, and body mass index, abdominal, waist, and hip circumferences of the patients were measured. Spinal anesthesia was applied with 10mg hyperbaric bupivacaine HCL. The time of sensorial block to reach the T4 level and the maximum sensorial block level were recorded in each case. Cases developing hypotension and bradycardia during the spinal anesthesia were recorded. Results: In our study conducted based on anthropometric measurements; hypotension was observed in 54% of patients and it was determined that the prevalence of hypotension increased in patients with a shorter height, larger abdominal circumference, higher body mass index, lower body surface area and a higher waist/hip ratio. It was found that the prevalence of bradycardia increased in patients with a shorter height, higher body mass index, lower body surface area and a higher waist/hip ratio. This study also determined a positive correlation between the values of height, weight and body surface area and the time of sensorial block to reach the T4 dermatome; and a positive correlation between the body mass index and the dermatome area of the maximum sensorial block. Conclusion: It is suggested to be prepared more against bradycardia and hypotension that may develop in accordance with the values to be given by simple and non-time consuming anthropometric measurements in patients who are planned to receive a spinal anesthesia, and to estimate the sensorial block characteristics of the spinal anesthesia.

5.Does being an infant of Gestational Diabetic Mother Affect Cerebellar Size?
Ebru Yalın İmamoğlu, Tuğba Gürsoy, Selim Sancak, Güner Karatekin, Fahri Ovalı
doi: 10.5222/MMJ.2016.032  Pages 32 - 36
Bu çalışmada amacımız yenidoğan diyabetik anne bebeklerinde kranial ultrasonografi ile serebellar vermis yüksekliği ve transvers serebellar çap parametrelerinin incelenmesidir. Kırk gestasyonel diyabetli anne bebeği (21 tane gebelik haftasına uygun, 19 tane gebelik haftasına göre büyük doğmuş bebek) ile 40 sağlıklı bebek, gebelik haftalarına göre eşleştirilerek doğumlarının ilk 24 saati içinde kranial ultrasonografi ile değerlendirildi.. Serebellar vermis yüksekliği ve transvers serebellar çap sırasıyla, ön fontanel midsagital kesit ve mastoid fontanel koronal kesit kullanılarak ölçüldü. Diyabetik anne bebekleri ve kontrol grubu kıyaslandığında, serebellar vermis yüksekliği ve transvers serebellar çap ölçümleri açısından iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. Gestasyonel diyabet, yenidoğan bebeklerde serebellum boyutlarını etkilemeyebilir. Daha geniş serilerle yapılacak çalışmalarda, diyabetik anne bebeklerinin uzun vadede nörolojik gelişimleri değerlendirilirken serebellum boyut ve morfolojisinin de değerlendirilmesi faydalı olabilir.
In this study, our aim was to investigate cerebellar vermis height and transverse cerebellar diameter with cranial ultrasonography in infants of gestational diabetic mothers. Forty infants of diabetic mothers (21 appropriate-for-gestational age and 19 large-for-gestational age infants) and 40 gestational-age matched healthy controls were evaluated with cranial ultrasonography within 24 hours of birth. Cerebellar vermis height and transverse cerebellar diameter were measured midsagitally from anterior fontanelle and coronally from mastoid fontanelle, respectively. In terms of cerebellar vermis height and transverse cerebellar diameter, no statistically significant difference was found between infants of diabetic mothers and healthy controls. Gestational diabetes mellitus could not affect cerebellar size in neonates. In studies with larger series, evaluation of cerebellar size and morphology in infants of diabetic mothers during follow up of their neurodevelopment at long-term could also be useful.

6.Investigation of health quality in factory workers who work in the noisy environments.
Hatice Berat Orhan, Banu Müjdeci
doi: 10.5222/MMJ.2016.037  Pages 37 - 45
Çalışmanın amacı, gürültülü ortamda çalışan fabrika işçilerinin, nörootolojik semptomlar ve yaşam kalitesi açısından değerlendirilmesidir. Çalışmaya gürültülü ortamda (85 dbA ve üzerinde) çalışan 105 erkek işçi alındı. İşçiler gürültüye maruziyet süresine göre 3 gruba ayrıldı (1. Grup: 0-5 yıl, 2. Grup: 6-14 yıl, 3. Grup: 15 yıl ve üzeri). Sessiz ortamda çalışan gönüllü 60 birey kontrol grubuna dahil edildi. Tüm bireylerden Baş Dönmesi Engellilik Anketi (BDEA), Dünya Sağlık Örgütü Yaşam Kalitesi Ölçeğini (WHOQOL BREF-TR) doldurmaları ve nörootolojik semptomlara yönelik soruları cevaplamaları istendi. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında fabrika işçilerinde BDEA’nın; emosyonel, fiziksel, fonksiyonel ve toplam skorlarında, WHOQL BREF-TR’nin sosyal ve bedensel skorlarında ve nörootolojik semptomlardan sersemlik, dengesizlik, bulantı veya kusma, baş ağrısı, konsantrasyon bozukluğu, işitme kaybı, çınlama, kulakta dolgunluk, yüksek sesten rahatsızlık ve kalabalık ortamlardan rahatsızlıkta istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptandı (p<0.05). Sonuç olarak gürültüye maruz kalan işçilerde; nörootolojik semptomların yaşam kalitesini etkileyebileceği düşünüldü.
The purpose of this study was to evaluate of the health quality and neurotologic symptoms in the factory workers who work in noisy environments. 105 male workers who had been working in noisy environments (equal to or above 85 dB) were taken to this study. Workers were divided into 3 groups according to the time of exposure to noise (Group 1: 0-5 years, Group 2: 6-14 years, Group 3: 15 years and over). Sixty volunteer males whose working in silent environment were added to control group. It was asked to all subjects to fill results of Dizziness Handicap Inventory (DHI), World Health Organization Quality of Life Questionnairre (WHOQL-BREF-TR) and to answer all the questions about neurotologic symptoms. In comparison to control group, factory workers showed statistically significant difference by means of DHI emotional, physical, functional and total scores, WHOQL BREF-TR social relationship and physical health scores. (p<0.05). As statistically significant differences were obtained between two groups from neurotologic symptoms of lightheadedness, dizziness, nausea or vomiting, headache, lack of concentration, hearing loss, tinnitus, ear fullness, discomfort of the loudness and discomfort of the crowded environment. As a result, it has been considered to affect the quality of life of neurotologic symptoms in the factory workers who work in noisy environments.

7.The Value of Lipoprotein(a) as a Risk Factor and Its Association With Major Risk Factors in High and Low-Risk Dyslipidemic Patients According to Framingham Risk Scoring
Betül Ekiz Bilir, Bülent Bilir, Mümtaz Takır
doi: 10.5222/MMJ.2016.046  Pages 46 - 52
Bu çalışmadaki amacımız plazma seviyeleri çoğunlukla genetik regülasyon altında olan Lipoprotein(a)[Lp(a)]’ nın, Türk dislipidemik hastalarda koroner arter hastalığı için bir risk faktörü olarak kabul edilip edilemeyeceğini Framingham risk skorlama sistemine göre değerlendirmekti. Framingham risk skorlama sistemine göre düşük ve yüksek riskli 173 vaka çalışmaya alınmış ve Lp(a)’nın diğer majör risk faktörleriyle ilişkisine bakılmıştır. Çalışma sonucunda Lp(a) düzeyi ile Framingham risk grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptayamadık. Lipoprotein(a) düzeyi ile trigliseridler arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif bir ilişki saptanmasına rağmen, cinsiyet, yaş, HT, DM varlığı, sigara kullanımı, total kolesterol, HDL kolesterol ve LDL ile Lp(a) yüksekliği arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.
The aim of our study was to investigate the value of genetically controlled lipoprotein(a) as a risk factor for coronary artery disease in Turkish dyslipidemic patients according to Framingham risk scoring system. Totally 173 high and low-risk dyslipidemic patients according to Framingham risk scoring system were enrolled and Lp(a)’s associations with major risk factors were studied. At the end of the study, there was not a statistically significant correlation between the Lp(a) level and Framingham risk group. Although there was a statistically significant positive correlation between TG levels and high levels of Lp(a), there were not such a relationship between Lp(a)’s high levels and other parameters such as age, sex, HT, DM, smoking status, total cholesterol, HDL cholesterol and LDL cholesterol.

REVIEW
8.Experimental models of Polycystic Ovary Syndrome
Mehmet Çınar, Özlem Gün Eryılmaz
doi: 10.5222/MMJ.2016.053  Pages 53 - 57
Polikistik over sendromu, kadınlarda en sık görülen metabolic bozukluktur. Oluşum mekanizması halen net olarak aydınlanmamış olan PKOS ile alakalı pekçok hayvan çalışmaları mevcuttur.
PKOS modeli oluşturmak ve hastalık mekanizmasını anlamak amacıyla, sırasıyla dehidroepiandrosteron sülfat uygulaması, östradiol valerate enjeksiyonu, fetal androgen verilmesi ve letrozol uygulaması denenmiştir. Çalışmamızda, bu modelleri derlemeye çalıştık.
Polycystic ovary syndrome (PCOS) is the most common endocrine metabolic disorder in reproductive aged women. PCOS has a multi-system presentation. The mechanisms involved in polycystic ovary formation and related metabolic dysfunction have not been fully understood, although many animal and human studies have been conducted.
Different techniques were experimented on animals to induce PCOS. Chronologically, the experimental methods used in PCOS induction included dehydroepiandrosterone application, estradiol valerate injection, fetal androgen administration and letrozole use. All of these models were described in this review article.

9.Obesity and fragility fractures
Erkan Mesci
doi: 10.5222/MMJ.2016.058  Pages 58 - 64
Son yıllarda obezitenin osteoporoza karşı koruyucu olduğu yönündeki hakim görüşe karşıt bulguların ön plana çıktığı görülmektedir. Obezite, kalça gibi bazı lokalizasyonlardaki kırıklar için koruyucu, humerus ve ayak bileği gibi lokalizasyonlar için ise risk faktörü olarak gösterilmektedir. Obezitenin kemik metabolizması ile ilişkisi çok yönlü ve karmaşıktır. Obez kişilerde kırık komplikasyonlarının daha sık görülmesi ve iyileşme sonrası elde edilen fonksiyonel düzelmenin yetersiz olabilmesi gibi nedenlerle; obezite kırık ilişkisinin aydınlatılması ve kırıkların öngörülebilmesi çok önemlidir. Bu derlemede obezitenin kemik metabolizması ile ilişkisi, kırık oluşumu ile ilgili faktörler üzerine etkileri, obez kişilerde kırık riskinin değerlendirilmesi ve kırık lokalizasyonu ile obezite ilişkisi konuları gözden geçirilecektir.
Despite the common belief that obesity confers some protection against osteoporosis, several findings that contrast with this argument have been brought forward in recent years. While obesity is considered to be protective against fractures in some localizations such as hip, it is also regarded as a risk factor for fractures at other sites including humerus and wrist. Interactions between obesity and bone metabolism are multifaceted and complex. Since fracture-related complications are more common and functional improvement following recovery is poor in obese individuals, it is very important to establish the link between obesity and fracture and to predict subsequent fractures. In this article, the relationship between obesity and bone metabolism, the impact of obesity on risk factors related to the development of fractures, assessment of fracture risk in obese persons and the association of fracture site with obesity will be reviewed.

CASE REPORTS
10.A diagnosis which should not be forgotten in physiatry practice: Amyotrophic lateral sclerosis
Kerem Alptekin, Demirhan Dıraçoğlu
doi: 10.5222/MMJ.2016.065  Pages 65 - 68
Amyotrofik lateral skleroz (ALS) nedeni belli olmayan üst ve alt motor nöronların dejenerasyonuyla sonuçlanan progresif bir hastalıktır. Üst motor nöron bulguları arasında spastisite ve hiperrefleksi yer alırken alt motor nöron bulguları arasında güçsüzlük, atrofi ve fasikülasyonlar yer almaktadır. Bu tablodan dolayı multiple skleroz, demyelinizan hastalıklar, servikal myelopati, çeşitli radikülopatiler ve polinöropatilerle karıştırılabilir. Bizim hastamız da öncelikle spinal stenoz ve de polinöropati olarak değerlendirildikten sonra yapılan detaylı inceleme sonucunda ALS tanısı aldı.
Amyotrophic lateral sclerosis (ALS) is a progressive disease of unknown etiology, characterized with degeneration of upper and lower motor neurons. Hyperreflexia and spasticity appears as upper motor neuron signs and weakness, atrophy and fasciculations as lower motor neuron signs. Because of that symptomatology is easily mixed with MS and other disorders with demyelinization, cervical myelopathy, radiculopathies and polyneuropathies. Our patient was diagnosed first as spinal stenosis and polyneuropathy, but detailed investigation proved ALS diagnosis.

11.A case of solitary plasmacytoma of the mastoid bone presenting as coalescent mastoiditis
Cigdem Kafkasli, M. Tayyar Kalcioglu, Fatih Mehmet Hanege, Tulay Zenginkinet, Lokman Uzun
doi: 10.5222/MMJ.2016.069  Pages 69 - 72
Prostat yada akciğer tümörlerinde olduğu gibi mastoid kemikte de skuamöz hücreli karsinom, lenfoma, plazmositoma ve metastatik tümörler görülebilir. Plazmositomalar mastoid kemiğin plazma hücreli tümörlerinin nadir bir türüdür. Bu olgu sunumunda mastoidit semptomlarıyla kliniğimize başvuran ve mastoidektomi operasyonu sonrası mastoid kemiğin localize plazma hücreli lambda monoclonal neoplazisi tanısını alan 34 yaşında hasta sunuldu. Soliter plazmositoma gibi maligniteler cerrahi materyallerin patolojik değerlendirmeleri yapılırken koalesent mastoidit ayırıcı tanısında akılda bulundurulmalıdır. Aksi takdirde, tedavi kaçınılmaz olarak yetersiz kalacaktır.
Squamous cell carcinoma, lymphoma, plasmacytoma and metastatic tumors such as, prostate or lung tumor can occur in the mastoid bone. Plasmacytomas are rare plasma cell tumors of the mastoid bone. In this case presentation, a 34-year-old patient who applied to our hospital with mastoiditis symptoms, underwent mastoidectomy and was diagnosed with localized plasma cell lambda monoclonal neoplasia of mastoid bone was presented. Malignancies such as solitary plasmacytoma should be kept in mind and pathological evaluation of surgery materials should be done in differential diagnosis of coalescent mastoiditis. Otherwise, treatment will be inevitably inadequate.

12.Acupunture Treatment ın a Case Wıth Lumbar Dısk Hernıa Indıcated Surgıcal Treatment
Sadiye Murat, Asuman Kaplan Algın, Afitap İçağasıoğlu
doi: 10.5222/MMJ.2016.073  Pages 73 - 76
Bel ağrıları en sık rastlanan kas iskelet sistemi hastalıkları arasındadır. Bel ağrısı nedenlerinden biri olan lomber disk hernisi (LDH) fiziksel sorunların yanı sıra psikososyal sorunlara da yol açar. LDH’li hastalarda; akut ve progresyon gösteren nörolojik defisiti olmadığı sürece temel tedavi konservatif tedavidir. Konservatif tedavilere ek olarak tamamlayıcı tıp uygulamalarıda tedaviye destek olarak uygulanabilir. Tamamlayıcı tıp yöntemlerinden biri de akupunktur tedavisidir. Bu yazıda ağrı ve nörolojik defisiti olup cerrahiyi kabul etmeyen bir vakada akupunktur tedavisi sonrası klinik ve radyolojik bulguları gerileyen bir olgu sunulacaktır.
Low back pain is among the most common musculoskeletal system diseases. One of the reasons of low back pain is lumbar disc herniation (LDH) and it causes physical problems as well as psychosocial problems. Unless there are no neurological deficits in acute and progressive condition, the basic treatment for LDH patients is conservative. In addition to conservative treatment, complementary medicine can be applied as support. One of the complementary medicine methods is acupuncture therapy. Regretion of clinical and radiological findings after the acupuncture treatment of a patient who had pain and neurological deficits but did not accept surgery will be presented in this article.




 

  © 2024 MEDJ