Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 28 (2)
Volume: 28  Issue: 2 - 2013
Hide Abstracts | << Back
CLINICAL RESEARCH
1.Ectopic pregnancy: Retrospective analysis of 273 patients
Hüseyin Cengiz, Levent Yaşar, Murat Ekin, Cihan Kaya, Hediye Dağdeviren
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.061  Pages 61 - 64
Bu çalışmada kliniğimizdeki; ektopik gebelik olgularının risk faktörlerini, semptomlarını, tedavi seçeneklerini ve sonuçlarını retrospektif olarak analiz etmeyi amaçladık. Ocak 2007-Şubat 2011 yılları arasında kliniğimizde ektopik gebelik tanısı konulan ve tedavisi yapılan 273 olgu analiz edildi. Tüm olgular risk faktörleri, tanısal yöntemler ve tedavi seçeneklerine göre değerlendirildi. Hastalarımızın yaş ortalaması 31.47±6.06’dır. Hastaların gravida ve parite ortalamaları sırasıyla 2.07±1.55 ve 1.61±1.18’dir. Risk faktörleri sıklık sırasına göre abdominopelvik cerrahi öyküsü (% 29.3), pelvik inflamatuvar hastalık öyküsü (% 25.3), rahim içi araç öyküsü (% 16.8), geçirilmiş ektopik gebelik öyküsü (% 4) idi. Hastaların kliniğimize en sık başvuru yakınması karın ağrısıydı (% 87,5). Olguların % 71.4’ünde cerrahi, % 11’inde medikal tedavi (Metotreksat), % 17.6’sında bekleme tedavisi yapılmıştır. Risk faktörlerini modifiye etme olanağı kısıtlı olduğundan ektopik gebeliği önlemek zordur. Erken tanı morbidite-mortalitenin önlenmesinde önemlidir ve konservatif tedavi yaklaşımlarına olanak tanır.
The aim of this study is to retrospectively analyze risk factors, symptoms, treatment choices and results in cases of ectopic pregnancy in our clinic. Between January 2007-February 2011, 273 cases who were diagnosed and treated as ectopic pregnancy in our clinic were analyzed. All cases were evaluated according to their risk factors, diagnostic procedures and treatment choices. The mean age of the patients was 31.47±6.06 years. The mean gravida and parity were 2.07±1.55 ve 1.61±1.18, respectively. The risk factors in the order of frequencies were previous abdomino-pelvic surgery (29.3 %), pelvic inflammatory disease (25.3 %), use of intrauterine device (16.8 %) and ectopic pregnancies (4 %). The most common complaint on admission was abdominal pain (87.5 %). As a treatment option, surgery, medical therapy (methotrexate) and expectant management were applied on 71.4, 11and 17.6 % of the patients, respectively. Ectopic pregnancy is difficult to prevent because risk factors are poorly modified. Early diagnosis is important for the prevention of morbidity-mortality and enables conservative management approaches.

2.Comparison of shock wave lithotripsy and ureterorenoscopic lithotripsy in distal ureteral stones treatment
Basri Çakıroğlu, Turhan Çaşkurlu, Gökhan Atış
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.065  Pages 65 - 70
GİRİŞ ve AMAÇ: Distal üreter taşlarının tedavisinde Şok Dalga Litotripsi (SWL) ile semirigid ureterorenoskopik Litotripsinin etkinliğini ve tedavilerden hasta memnuniyetini karşılaştırılmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2007-Kasım 2011 tarihleri arasında distal üreter taşı nedeniyle tedavi edilen toplam 186 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar tedavi şekline göre iki gruba ayrıldı. SLK Storz Medical Modulith cihazı ile SWL uygulanan 90 hasta (birinci grup) ile 9.5 Fr Storz üreterorenoskop ve ELMED pnömotik litotripsi cihazı ile semirigid ureterorenoskopi (URS) uygulanan 96 hasta retrospektif olarak karşılaştırıldı. Hasta ve taş karakteristikleri, tedavi parametreleri, klinik sonuçlar ve hasta memnuniyeti her iki grupta da belirlendi. Klinik başarı, komplikasyon oranları ve hasta memnuniyetleri açısından her iki grup postoperatif birinci ay karşılaştırıldı.
BULGULAR: Her iki grup arasında yaş, cinsiyet, taş boyutu, toplam taş sayısı açısından anlamlı fark yoktu (p>0.05). URS grubunda ortalama taş çapı 9.3 mm (7-20 mm) iken SWL grubunda ortalama taş çapı 8.6 mm (7-18 mm) idi (p>0.05). Birinci ayın sonunda taşsızlık oranları sırasıyla SWL’de % 93.3, URS’de % 94.7 olarak saptandı (p>0.05). Operasyon sonrası komplikasyon oranları SWL grubunda % 2.1 ve URS grubunda % 4.3 olarak tespit edildi (p>0.05). Hasta memnuniyet oranı açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üreter taşlarının tedavisinde URS ve SWL tedavileri güvenli ve efektif olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: To compare the efficacy and patient satisfactions of semirigid ureterorenoscopic lithotripsy and shock wave lithotripsy (SWL) in the treatment of distal ureteral stones.
METHODS: A total of 186 patients, who were treated for distal ureteral stone from January 2007 to November 2011, were evaluated retrospectively. Patients were divided into two groups according to the treatment modality. Ninety patients who underwent SWL with SLK Storz Medical Modulith device (first group), and 96 patients who underwent URS with Storz 9.5F ureterorenoscope and ELMED pneumotic lithotripsy device were compared retrospectively. Patient and stone characteristics, treatment parameters, clinical outcomes and patient satisfaction were assessed for both groups at post-operatively 1 month.
RESULTS: There were no significant differences between two groups in age, gender, stone size and total stone number (p>0,05). The stone size in URS group was 9.3 mm (7-20 mm), whereas it was 8.6 mm (7-18 mm) in SWL group (p>0,05). The stone-free rates at post-operatively 1 month were found to be % 93.3 in SWL group and % 94,7 in URS group (p>0,05). Post-operative complication rates were found to be % 2,1 in SWL group and % 5.2 in URS group (p>0,05). There was no significant difference in patient satisfaction between two groups (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: URS and SWL can be applied safely and effectively in the treatment of distal ureteral stones.

3.Features of patients with ITP in the Southeastern Anatolia
Feride Çeliker Akyüz, Murat Söker, Selvi Kelekçi, Velat Şen, Hülya Üzel, İlyas Yolbaş, Ali Güneş
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.071  Pages 71 - 78
Akut immun trombositopenik purpura trombositopeni, spontan purpura, ekimoz, peteşi ve mukozal kanamalar ile karakterizedir. Trombositopeninin diğer nedenlerinin dışlanması ile tanı konur. Ciddi organ kanamalrı ve kronikleşme riskinden dolayı önemli bir hastalıktır.
İTP tanısı almış 151 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların erkek/kız oranı 1/1.06 ve ortalama yaş 5.1±3.4/yıl. Hastaların % 75 akut, % 25 kronik İTP tanısı aldı. Yaş gruplarına göre kronikleşme oranına bakıldığında 2-10 yaş grubundaki kronikleşen hasta oranı diğer gruplara yüksekti (p=0.01). Başvuru semptomu en sık cilt bulguları olarak akut ve kronik grupta benzer ancak başlangıç yakınmaları sinsi olanların ise % 64.6’sı kronikleşmişti. Mevsim ve cinsiyetin akut-kronik İTP olmayı etkilemediği saptandı (<0.05). Akut olguların % 68.4’ünde geçirilmiş enfeksiyon varken, % 1 hastada seropozitiflik mevcuttu. Hiçbir olguda kemik iliği bulguları İTP tanısını değiştirmedi. İlk tedavisi steroid ve parsiyel remisyon hastalarının kronikleşme oranı ve akut İTP grubunun steroide yanıtlı olma oranı yüksekti (p=0.001 ve p<0.05).
Ekonomik ve etkili tedavi seçimleri İTP ‘ye bağlı morbidite ve mortaliteyi önleyecektir.
Acute immune (idiopathic) thrombocytopenic purpura is characterized by thrombocytopenia, spontaneous formation of purpura, petechiae, ecchymoses and mucosal bleedings.It is also a disease which can be diagnosed with exclusion of other causes of thrombocytopenia. However, the disease is important with respect to severe organ bleedings and risk of becoming chronic.
A total of 151 patients diagnosed as ITP, were evaluated. Male/female ratio was 1/1.06. The mean age of the patients was between 5.1±3.4, years. Seventy-five patients were diagnosed as acute ITP and 25 % of them as chronic ITP. Predilection to chronicity was higher in the 2-10 year- age group relative to other groups (p=0.01). The most frequent presenting symptom was skin findings in both the acute and the chronic group, and 64.6 % of the cases with insidious onset had become chronic. It was determined that season and gender had no effect on chronicity of ITP (<0.05). In 68.4 % of the acute cases had history of infection and seropositivity was demonstrated in 1 percent. Bone marrow aspiration findings did not alter the diagnosis in any patient. The rate of chronicity in the patients whose initial treatment was steroids, and those demonstrating remission was increased, and in the acute ITP group responsiveness to steroids was comparatively higher ((p=0.001 and p<0,05).
The preference of economical and effective treatment methods will prevent morbidity and mortality of ITP.

4.Comparison of prenatal and postnatal haemoglobin-hematocrit levels of pregnants and incidence of anaemia in 2011 in Istanbul Medeniyet University Goztepe Education and Research Hospital
Erhan Karaalp, Neşe Yücel, Bilge Öğütçüoğlu, Gökçen Örgül, Hacer Kavak, Eylem Karaalp
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.079  Pages 79 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastanemize doğuma gelen gebelerin doğum öncesi ve sonrası hemoglobin-hematokrit seviyelerini, doğum şekline göre hemoglobin-hematokrit seviyelerinin düşüşlerini ve hastanemizde gebelik öncesi ve sonrası anemi insidansını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.01.2011-31.12.2011 arasında, 1137 epizyotomi ile normal doğum ve 944 sezaryen ile doğum yapan toplam 2081 gebe retrospektif analiz edildi. Gebeler, 18-40 yaş arasında, sistemik hastalığı bulunmayan, gebelik süresince demir ve/veya multi-vitamin preperatı kullandığını belirten ve 37.-42. gebelik haftasında 2000-4000 g arasında doğum ağırlığında bebek dünyaya getiren şeklinde standardize edildi. Forseps/vakum ile operatif doğum yapan, doğum sonrası vajinal deşür ya da kollum tamiri yapılan, uterin atoni gelişen; plasenta previa, dekolman plasenta, preeklampsi, hellp sendromu, uzamış travay, çoğul gebelik, in utero mort fetüs gibi kan kaybını arttırabilecek ve tanı konulmuş hematolojik bozukluğu olan olgular çalışma dışı bırakıldı. Doğumdaki kan kaybını belirlemek için doğum öncesi ve doğumdan 24 saat sonraki hemoglobin-hematokrit seviyeleri değerlendirildi.
BULGULAR: Hastanemize başvuran gebelerde doğum öncesi anemi insidansı % 19.7; doğum sonrası epizyotomi ile normal doğum yapanların anemi oranı % 27.9; sezaryen ile doğum yapanlarda %47.5’ti. Normal doğum yapan gebelerin postpartum hemoglobin-hematokrit değerleri, sezaryen ile doğum yapan gebelerden anlamlı derecede yüksekti, sezaryen ile doğum yapanlarda hemoglobin-hemotokrit düzeylerinde görülen düşüş istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlıydı (p<0,01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu hastane bazlı yayınımız dışında, ülke populasyonunu temsil edecek geniş ölçekli ve coğrafi bölge farklılıklarını ortaya koyacak daha küçük ölçekli anemi prevalansı çalışmalarına gereksinim vardır. Bu çalışmalarda anemi prevalansını etkileyen etiyolojik faktörler ve demografik özellikler ayrıntılı şekilde ortaya konulmalıdır.
INTRODUCTION: To assess prenatal and postnatal haemoglobin-haematocrit levels of pregnants, the decrease of haemoglobin-haematocrit levels according to the type of delivery and prenatal-postnatal anemia incidence in our hospital.
METHODS: 1137 pregnants who gave birth by normal spontaneous deliveries with episiotomy and 944 delivered by cesarean section (CS), between 01.01.2011-31.12.2011, were retrospectively analyzed. Pregnants were standardized as aged between 18-40 years old, without any sistemic disease who reportedly used iron and/or multi-vitamin drugs during pregnancy and had given birth to babies weighing between 2000-4000 g, between 37.-42. gestational ages. We excluded cases with diagnosed haematologic disorders which could increase blood loss including operative vaginal delivery with forceps/vacuum, postnatal repair of vaginal/collum rupture, and developing uterine atony, and indications for CS like placenta previa, placental detachment, preeclampsia, HELLP syndrome, prolonged labor, multiple pregnancies, and fetal death in utero. For the determination of blood loss during labour, haemoglobin-haematocrit levels were evaluated before and 24 hours after birth.
RESULTS: Among pregnant women who consulted to our hospital,prenatal incidence of anemia was 19,7 %, while its postnatal incidence was 27,9 % in women who gave birth by normal spontaneous deliveries with episiotomies and was 47,5 % in those who delivered by CS. Postnatal haemoglobin-haematocrit levels of pregnants who dgave birth by vajinal ruote with the aid of episiotomy were significantly higher than in pregnants who underwent CS. Besides decreases in haemoglobin-haematocrit levels in pregnants delivered by CS were highly significant (p<0,01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Except our hospital-based report, anemia prevalence studies representing the nation population in large scales and revealing the differences among geographic regions in smaller scales are needed. In these studies etiologic and demographic factors affecting anemia prevalence should be presented in detail.

5.Medical and surgical approach in the treatment of ectopic pregnancy
Hikmet Koçer, M. Üner Karacaoğlu, Hüseyin Dayan, Tolga Karacan, Selim Öztürk, M. Murat Naki
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.083  Pages 83 - 85
GİRİŞ ve AMAÇ: Ektopik gebelik en sık tuba uterinaya (% 97) yerleşim gösterir. Etiyolojideki en sık etken pelvik inflamatuar hastalık iken, geçirilmiş tubal cerrahi en önemli risk faktörüdür. Bu çalışma ile kliniğimizdeki ektopik gebeliklerin medikal ve cerrahi tedavi sonuçlarını inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bağcılar EAH Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne 1 Ocak 2011 ile 31 Aralık 2011 tarihleri arasında başvuran 73 ektopik gebelik olgusunu retrospektif olarak inceledik. Olgularda pelvik inflamatuvar hastalık, ektopik gebelik, rahim içi araç (RİA) ve geçirilmiş tubal cerrahi öyküsü araştırıldı. Hemodinamik olarak stabil ve Beta HCG değeri 5000’den düşük olan olgulara tek doz Metotreksat (50 mg/m2 IM) yapılmıştır. Fetal kardiyak aktivitesi olan olgularda ve/veya Beta HCG değeri 5000’den yüksek olan olgularda ise cerrahi tedavi(laparotomi, laparoskopi) planlanmıştır. Tedavi sonrası Beta HCG değeri 5’in altına düşene kadar olgular takip edilmiştir.
BULGULAR: Yetmiş olguda (% 95.8) ektopik odak tubal, 3 olguda ise kornual yerleşimliydi (% 4.2). En sık başvuru yakınması kasık ağrısıydı (% 82.1). Olguların öyküsünde geçirilmiş abdomino-pelvik cerrahi (% 10.9), ektopik gebelik (% 9,5), RİA (% 9,5) ve pelvik enfeksiyon (% 6.8) vardı. Otuz dokuz olguya cerrahi tedavi yapılmıştır (24 laparotomi, 15 laparoskopi). Cerrahi yapılan olgular salpenjektomi ile tedavi edilirken, kornual gebelik olgularında salpenjektomi ve kornual rezeksiyon birlikte uygulanmıştır. Otuz dört olguya tek doz metotreksat uygulanmış ancak 6 olguda hemodinaminin bozulması nedeniyle cerrahiye gereksinim duyulmuştur. Tek doz metotreksat ile % 82.3 oranında tedavi sağlanırken, doz tekrarı yapılmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cerrahi yapılan tüm olgularda etkin tedavi sağlanmıştır. Medikal tedavide de başarı oranı yüksektir. Ektopik olgularında erken tanı konması durumunda özellikle çocuk istemi olanlarda medikal tedavi de iyi bir seçenek olarak görünmektedir.
INTRODUCTION: Ectopic pregnancy is mostly settles in a fallopian tube (97 %). The most common cause of ectopic pregnancy is the pelvic inflammatory disease, while tubal surgery is the most important risk factor for ectopic pregnancy. In this study we analyzed medical and surgical results of ectopic pregnancies in our clinic.
METHODS: We retrospectively analyzed 73 cases of ectopic pregnancy hospitalized in the out-patient clinics of Obstetrics and Gynecology Bağcılar Training and Research Hospital between 1 January - 31 December 2011. Previous pelvic inflammatory disease, ectopic pregnancy, IUD, tubal surgery were investigated. Single dose methotrexate (50 mg/m2 IM) was injected to hemodynamically stable cases, and cases with β-hücreG values below 500=IU. Surgical treatment (laparotomy, laparoscopy) was planned for cases with fetal cardiac activity and/or those with higher β-hCG levels (>5000). Patients were followed after the treatment until β-hCG levels dropped below 5 IU.
RESULTS: In 70 cases (95.8 %) ectopic pregnancy was located in tubes and in 3 cases (4.2 %) in the cornual area. The most common presenting complaint was groin pain (82.1 %). Previous abdominopelvic surgery (10.9 %), ectopic pregnancy (9.5 %), IUD (9.5 %), and pelvic infections (6.8 %) was learnt from their anamneses. Thirty-nine cases underwent surgical interventions (24 laparotomies, and 15 laparoscopies). Cases with a history of surgery was treated with salpingectomy, while for cases with cornual pregnancies salpingectomy was combined with cornual resection. Single dose methotrexate was injected into 34 cases but in 6 of them whose hemodynamic status deteriorated, needed surgery afterwards. Single dose methotrexate was succesful in 82.3 % of the patients and none of them needed repetitive doses of methotrexate.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Effective treatment is achieved by surgery in all patients. The success rate was high in the medical treatment too. In cases with ectopic pregnancy, provided that early diagnosis is made, medical treatment seems to be a good option in women who desire to have a child.

6.Comparison of PFN versus PFNA nail in treatment of pertrocanteric femur fractures
Mustafa Seyhan, Koray Ünay
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.086  Pages 86 - 94
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda trokanterik bölge kırıklarının tedavisinde ikinci nesil proksimal femur çivisi PFN ile üçüncü nesil proksimal femur çivisi PFNA arasında klinik ve radyolojik karşılaştırma yapmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2006-Aralık 2012 tarihleri arasında Acıbadem Kadıköy hastanesine başvuran 182 trokanterik bölge kırıklı hastadan 50’si PFN ve 46’sı PFNA çivisi ile tedavi edilerek en az 1 yıl takibini sürdürdüğümüz 69’u kadın 25’i erkek 94 hasta çalışmaya alındı. Ortalama yaş 76.3 (26-94), ortalama takip süresi 22.4 (12-72) ay idi. Olguların ameliyat süresi, skopi kullanım süresi, mobilizasyon süresi, tam yük verme süresi, kırık iyileşme süresi, bir yıl sonra Harris kalça skoru, bir yıl sonra grafi ölçümünde femur proksimalinde olan kısalma ve ameliyat sırası veya sonrasında yaşanan komplikasyonlar açısından karşılaştırdık.
BULGULAR: Elde ettiğimiz sonuçlar sırasıyla PFN ve PFNA için; ortalama ameliyat süresi 73.4 ve 72.1 dk., ortalama skopi kullanım süresi 63.7 ve 64.5 sn, ortalama mobilizasyon süresi 2.5 ve 2.2 gün, ortalama tam yük verme süresi 9.0 ve 8.5 hafta, ortalama kırık iyileşme süresi 10.1 ve 10.2 hafta, birinci yılda ortalama Harris kalça skoru 81.5 ve 80.5, bir yıl sonra grafi ölçümünde femur proksimalinde kısalma görülen olgu sayısı 14 ve 12, bu olgularda ölçülen ortalama kısalık miktarları 3.3 ve 3.1 mm bulundu. PFN grubunda 1 olguda distal çivi ucu seviyesinde femur kırığı, 2 olguda uzun süren kasık ağrısı, 1 olguda hematom, 4 olguda implant rahatsızlığı ve 1 olguda Z efekti ve cut out görüldü. Cut out olgusunun implantları çıkarıldı, diğer olgularda konservatif tedavi uygulandı. PFNA grubunda 1 olguda distal çivi ucu seviyesinde femur kırığı, 1 olguda lateral korteks kırığı, 1 olguda uzun süren kasık ağrısı, 2 olguda hematom, 3 olguda implant rahatsızlığı görüldü. İmplant rahatsızlığı olan olgulardan 2’sinin implantları çıkarıldı, diğer olgular konservatif tedavi edildi. Hiçbir olguda derin enfeksiyon veya nonunion görülmedi. Olguların tamamında kırık kaynaması sağlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizim değerlendirmemize göre trokanterik bölge kırıkları hem PFN hem de PFNA ile etkili ve başarılı biçimde tedavi edilebilmektedir. PFN çivisinin dezavantajı olarak bilinen Z efekti bizim bir olgumuzda karşımıza çıkmıştır. Trokanterik kırık tedavisinde başarıda implant seçimi kadar implant yerleşiminin iyi olması ve ameliyat tekniğinin iyi uygulanmasının rolü büyüktür.
INTRODUCTION: The aim of our study is to comparison of radiological and clinic results of second generation PFN and third generation PFNA nails in pertrocanteric femur fractures.
METHODS: The study was done between December 2006 and December 2012. 182 pertrocanteric femur fractures were included to the study. 50 PFN and 46 PFNA nails minimum one year followed-up were included, there were total 94 patients (69 female and 25 male). Mean age was 76.3 (26-94), mean follow-up was 22.4 (12-72) month. Operation time, fluoroscopy time, mobilization time, the time of full weight bearing, fracture healing, Harris Hip score after the first year, the shortening of proximal femur at the end of one year, per-or postoperative complications were all compared between groups.
RESULTS: Here are the results of PFN and PFNA respectively: mean operation time: 73.4 and 72.1 minutes; mean fluoroscopy time: 63.7 and 64.5 seconds; mean mobilization time: 2.5 and 2.2 days; mean full weight bearing time: 9 and 8.5 weeks; mean healing of fracture: 10.1 and 10.2 weeks; mean Harris Hip Score: 81.5 and 80.5; number of subjects shortening of proximal femur at the end of the first year: 14 and 12; mean shortening: 3.3 and 3.1mm. In PFN group there were one iatrogenic distal femur fracture, 2 groin pain, one hematoma, 4 implant irritation and one Z-effect and cut-out. The implant was extracted in cut-out case and the others were treated conservatively. In PFNA group, there were one iatrogenic distal femur fracture, one lateral cortex fracture, one groin pain, 2 hematoma, 3 implat irritation. İmplants were extracted in two implant irritations and others were treated conservatively. There were no deep infections and nonunion. All fractures healed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to us, in pertrocanteric femur fractures PFN and PFNA nails treatments are successful and effective. The Z effect known as PFN’s disadvantage was seen only in one case. In trochanteric femur fractures, the implant selection, implantation and surgical techniques are important for a successful results.

CASE REPORTS
7.Moyamoya disease and anesthesia: TIVA & VIMA
Gönül Tezcan Keleş, İsmet Topçu, Serpil Canan, Doğuş Ağdanlı, Yusuf Duransoy
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.095  Pages 95 - 100
Moyamoya hastalığı (MMH), çocuk ve erişkinlerde ender görülen kronik seyirli serebrovasküler hastalıktır. MMH, iskemik inme, intrakraniyal kanama, baş ağrısı, konvulsiyon ve geçici iskemik ataklara neden olur. MMH için, anestezi indüksiyonu ve idamesinde daha iyi sonuç verecek özel bir anestezi tekniği veya ilaç ilişkisi bulunmamaktadır. Çeşitli teknik ve tedaviler avantaj ve dezavantajları ile birlikte uygulanır. İnhalasyon ajanı veya intravenöz ilaçlar ile indüksiyon sağlanabilir. Anestezi uygulaması sırasında amaç, beyindeki oksijen sunumu ve kullanımı arasında denge sağlamaktır. Serebral hemoraji ve iskemiyi önlemek için, hipokapni ve hipotansiyon gibi faktörlerden sakınılmalıdır.
Bu olgu sunumunda, 15 aylık moyamoya hastalığı nedeniyle 2 kez miyosinangiozis ameliyatı yapılan çocuk hastada anestezi uygulamasını tartışmayı amaçladık.
Moyamoya disease (MMD) is a rare chronic cerebrovascular disease seen both in children and adults. The disease causes ischemic stroke, intracranial hemorrhage, headache, seizures, and transient ischemia attach in children and adults. There is no evidence associating the use of a particular anesthesia technique or drug with better outcome after induction or maintenance of anesthesia in MMD patients. A variety of techniques and medications are used, each with advantages and disadvantages. Induction may be achieved with inhalation or intravenous techniques. The goal for anesthesia is to maintain the balance between the oxygen supply and demand in the brain. The factors like hypocapnie, hypotension should be avoided to prevent cerebral ischemia and cerebral hemorogy.
In this case report, we discussed anesthetic management of a 15 mount female patient with MMD who presented for two times myosynangyosis.

8.Bilateral pyelolitotomy for cystine stones encircling the bilateral D-J stents in an infant presenting with anuria
Eyyüp Sabri Pelit, Asıf Yıldırım, Gökhan Atış, Cengiz Çanakcı, Erem Kaan Başok, Turhan Çaşkurlu
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.101  Pages 101 - 103
Sistinüri, sistin ve dibazik amino asitlerin (sistin, lizin, arjinin, ornitinin) böbrekler ve gastrointestinal sistemden taşınmasındaki defekt sonucu ortaya çıkan kalıtsal bir bozukluktur. Bu hastalığın başlıca klinik bulgusu üriner sistemde rekürren sistin taşlarının oluşmasıdır. Sistin taşları genellikle yaşamın ikinci ve üçüncü dekatında ortaya çıkarken infantil dönemde ender olarak görülmektedir. Anüri gibi atipik böbrek taşı semptomları infantil dönemde ortaya çıkabilir. İnfantil dönemde akut anüriye neden olan bilateral sistin taşı oldukça enderdir. Olgumuz, litaratürde anüri ile başvuran sistin taşları ile sarılmış bilateral DJ stenli infanta bilateral pyelolitotomi yapılan ilk olgudur. Hastamızda DJ stentler çıkarılmıştır ve taşsızlık başarı ile sağlanmıştır.
Cystinuria is a hereditary disorder of cystine and dibasic amino acids (lysine, arginine, ornithine) transport across the luminal membrane of renal tubules and intestine, resulting in recurrent nephrolithiasis. Predominant clinical finding of this disease is the occurrence of recurrent cystine stones. Cystine stones frequently occur in the second or third decade of life with an occasional occurrence in infancy. Atypical symptoms of renal stones as anuria can become apparent in infancy. Bilateral cystine stones causing acute anuria in infants are extremely rare. We report the first case of bilateral pyelolitotomy performed for cystine stone and impacted bilateral double-J (DJ) stents in an infant presenting with anuria. In our patients DJ stents were removed, and a stone-free state was successfully achieved.

9.Isolated tongue tremor: Case report
Nesrin Helvacı Yılmaz, Gökçen Duymaz
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2013.104  Pages 104 - 105
Dil tremoru esansiyel tremoru olan hastalarda görülebildiği gibi izole olduğunda beyin sapı tümörleri, Wilson Hastalığı, hipertiroidizm ve multipl skleroz gibi hastalıklara veya ilaç kullanımına bağlı olarak da ortaya çıkabilir. Ayırıcı tanıda dilde görülen diğer hareket bozuklukları (fasikülasyon, miyokimi, diskinezi) düşünülerek hastalar ayrıntılı olarak araştırılmaktadır. Tedavide propranolol, primidon ve klonazepam tercih edilmekte olup, çoğu zaman yüksek dozlarda etkinlik sağlanabilmektedir. Bu olgu sunumunda dilinde titreme, yeme ve konuşma güçlüğü çeken ve yakınmaları düşük doz propranololle düzelen izole dil tremoru tanısı koyduğumuz bir hastayı sunmaktayız.
Tongue tremor can be seen in patients with essential tremor, but when it is isolated, it can be due to tumors of the brain stem, Wilson’s disease, multiple sclerosis, hyperthyroidism or side effect of a drug. Other movement disorders of the tongue diseases (fasciculation, myokimia, dyskinesia) should be considered in the differential diagnosis and the patients should be investigated in detail. Propranolol, primidone, and clonazepam are preferred in therapy and most of the time response to therapy can only be achieved at higher doses. In this case, we are presenting a patient diagnosed as isolated tongue tremor, who had complaints of tongue tremor, eating and speech difficulties whose complaints resolved with low-dose propranolol.




 

  © 2024 MEDJ