Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 34 (2)
Volume: 34  Issue: 2 - 2019
Hide Abstracts | << Back
ORIGINAL ARTICLE
1.Glenoid Dimensions Affect Occurrence of Bankart Lesions in Patients with First Time Traumatic Anterior Shoulder Dislocations
Mesut Tahta, Çetin Işık, Neryal Tahta, Muhittin Şener
doi: 10.5222/MMJ.2019.00878  Pages 117 - 122
Amaç: Glenoid kemik morfolojisi ile Bankart lezyonları arasındaki ilişki iyi aydınlatılmamıştır. Bu çalışmada ilk kez travmatik çıkıkları olan hastalarda glenoid boyutları ile labral yırtık oluşumu arasındaki ilişki incelenmiştir.
Hastalar ve Yöntem: Bu retrospektif kohort çalışmasında, ilk kez glenohumeral dislokasyonu olan ve kriterleri karşılayan 226 hasta değerlendirildi. Hastalar iki gruba ayrıldı: Bankart lezyonu olanlar (Grup 1, n=113) ve olmayanlar (Grup 2, n=113). Tüm hastalar için standart omuz MRG sekansları alındı. Buna göre iki boyutlu glenoid ölçümleri yapıldı: en uzun superior-inferior (SI) uzunluk, ön-arka genişlik (AP), glenoid uzunluğunun 2/3 seviyesindeki en uzun ön-arka genişlik (DD) ölçüldü. Ayrıca uzunluk ve genişlik oranları (SI/AP, SI/DD, AP/DD) hesaplandı. Gruplar, glenoid boyutları ve boyut oranları açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Gruplar arasında yaş (p=0.109), cinsiyet (p=0.086), AP (p=0.086) ve DD genişlikleri (p=0.881), AP / DD oranı (p=0.764) açısından fark yoktu. Grup 1'deki hastaların SI ortalama değeri Grup 2'den anlamlı olarak yüksekti (p=0.024). Grup 1'deki hastaların ortalama SI/AP ve SI/DD oranları Grup 2'den anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla, p <0.001 ve p = 0.039).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları, glenoid boyutları ile Bankart lezyonlarının ortaya çıkışı arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. SI uzunluğunda, SI / AP ve SI / DD oranlarındaki artış, Bankart lezyonlarının oluşumu ile ilişkilidir.
Purpose: The relationship between glenoid bony morphology and Bankart lesions has not been well elucidated. There could be an association between the dimensions of glenoid and occurrence of labral tears in patients with first time traumatic dislocations.
Methods: This retrospective cohort study of first time dislocators identified 226 patients who met criteria. Patients were divided into two groups: those with a Bankart lesion (Group 1, n=113) and those without (Group 2, n=113). Standard shoulder MRI sequences were obtained for all patients. Two-dimensional glenoid measurements were made accordingly: the most superior to inferior (SI) length, the greatest anterior and posterior width (AP), and the most anterior and posterior width at a point 2/3 of the glenoid length (DD). Also, ratios of length and width (SI/AP, SI/DD, AP/DD) were calculated. The groups were compared in terms of the glenoid dimensions and dimension ratios.
Results: There was no difference between groups in terms of age (p=0.109), gender (p=0.086), AP (p=0.086) and DD widths (p=0.881), AP/DD ratio (p=0.764). The SI mean value of the patients in Group 1 was significantly higher than Group 2 (p=0.024). The mean SI/AP and SI/DD ratios of patients in Group 1 was significantly higher than Group 2 (p<0.001 and p=0.039, respectively).
Conclusions: The results of this study show a relationship between glenoid dimensions and occurrence of Bankart lesions. An increase in the SI length, SI/AP, and SI/DD ratios shows an increase incidence in the occurrence of Bankart lesions.

2.Changes in Als2 Expression Leads to Different Outcomes on the Expression of Two NF-kB Targeted Genes in N2a and C2C12 Cell Lines
Mehmet Ozansoy, Muzaffer Beyza Ozansoy
doi: 10.5222/MMJ.2019.05945  Pages 123 - 129
Amaç: Amiyotrofik Lateral Skleroz (ALS) spinal ve kortikal motor nöronları etkileyen nörodejeneratif bir hastalıktır. Motor nöron dejenerasyonu ise kaslarda ilerleyici atrofiye sebep olur. ALS’ye neden olan genlerden biri Als2 (alsin) genidir ve UXT geni de Als2 ile etkileşimde olan genleden biridir. UXT proteininin NF-κB kompleksinde kofaktör olarak rol aldığı da bilinmektedir. Bu çalışmadaki amacımız Als2’nin susturulmasının NF-κB aktivitesindeki olası etkilerini N2a ve C2C12 hücre hatlarında karşılaştırmaktır.

Yöntem: Bu çalışmada fare nöroblastoma hücreleri (N2a) ile fare miyoblast hücreleri (C2C12) kullanıldı. Söz konusu hücrelerde Als2 geni RNAi ile susturuldu ve UXT, IL8 ve A20 genlerinin ekspresyonları qRT-PCR ile ölçüldü. Veriler Student t-tes kullanılarak istatistiksel olarak değerlendirildi.

Bulgular: N2a hücrelerinde Als2 ekspresyonundaki azalış %73,4 olurken C2C12 hücrelerinde %73,7’lik bir düşüş gözlendi. Als2 geni susturulmuş N2a hücrelerinde UXT seviyesi %40 azalırken, C2C12 hücrelerinde 9 katlık bir UXT artışı saptandı. IL8 ekspresyonu N2a hücrelerinde %84’lük bir düşüş gösterdi, ancak C2C12 hücrelerinde IL8 ekspresyonu 50 katlık bir yükseliş kaydetti. Öte yandan A20 ekspresyonu N2a hücre hattında %65 artarken, bu artış C2C12 hücre hattında 10 misli olarak gerçekleşti.

Sonuç: Als2 geninin susturulmasının UXT üzerinden NF-κB yolağına olan etkilerinin farklı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu sonuca IL8 ve A20 genlerinin ekspresyonlarındaki değişimlerin her iki hücre hattında da farklılık göstermesi üzerinden varılmıştır. Ayrıca Als2 ve UXT arasındaki bağlantı her iki hücre hattında da tekrar gösterilmiş ve Als2’nin susturulmasının nöronal hücreler ile kas hücreleri açısından farklı sonuçlar doğurabileceği de anlaşılmıştır.
Aim: Amyotrophic Lateral Sclerosis (ALS) is a neurodegenerative disorder affecting spinal and cortical motor neurons. Motor neuron degeneration leads to progressive muscular atrophy. Als2 (alsin) is one of the causative genes of ALS and UXT gene is an interacting partner of Als2. Since UXT is a known cofactor in NF-κB enhancesome, we aimed here to compare the effects of Als2 silencing on NF-κB activity by using N2a and C2C12 cell lines.

Methods: Mouse neuroblastoma and myoblast cell lines (N2a and C2C12) were used. Als2 was silenced by RNAi and UXT, A20 and IL8 expressions were measured by qRT-PCR. Data were statistically evaluated by Student t-test.

Results: In N2a cells, 73.4% Als2 transcript decrease was observed, whereas in the C2C12 cells 73.7% decrease was found. UXT expression in Als2-silenced N2a cells was found to be decreased by 40%, while in Als2-silenced C2C12 it increased 9-fold. IL8 expression was found to be decreased by 84% in N2a cells, on the other hand, in C2C12 cells it increased approximately by 50-folds. A20 expression was found to be upregulated by only 65% in N2a cells, whereas it was drastically increased (10-folds) in C2C12 cells.

Conclusion: In these cell lines, responses to Als2 knock-down in terms of UXT gene expression were different. These responses were followed by investigating the expression levels of IL8, and A20. Our findings show that not only the Als2 protein interacts with UXT, but the Als2 gene expression affects the UXT gene expression both in N2a cells and C2C12 myoblasts.

3.A Zoom on Dermoscopic Polymorphous Vascular Pattern Observed in Common Benign Cutaneous Tumors (Seborrheic Keratosis, Dermal/Congenital Nevi, Dermatofibroma, Viral Wart): A Multicentric, Observational Study
Ömer Faruk Elmas, Murat Çelik
doi: 10.5222/MMJ.2019.15921  Pages 130 - 134
Amaç: Dermoskopik muayene sırasında izlenen vasküler paternler, önemli tanısal ipuçları olarak kabul edilir ve birçok deri lezyonu karakteristik bir vasküler paterne sahiptir. Polimorf vasküler patern (PVP) sıklıkla, malign lezyonların vasküler paterni olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmada, sık görülen benign deri tümörlerinde dermoskopik PVP sıklığının araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal Metod: Bu çalışmaya iki farklı merkezden toplanan, histopatolojik olarak doğrulanmış olan sık görülen benign deri tümörleri dahil edilmiştir. Tüm lezyonların dermoskopik görüntüleri, retrospektif olarak incelenmiş ve polimorf vasküler patern gösteren lezyonlar tespit edilmiştir.
Bulgular: Histopatolojik olarak tanının doğrulandığı toplamda 350 benign deri tümörü PVP varlığı açısından değerlendirilmiştir. Dermal/konjenital nevüslerin yüzde 9’u, seboreik keratozların yüzde 13’ü, viral siğillerin yüzde 5’i PVP göstermiştir. Dermatofibroma olgularında PVP izlenmemiştir.
Sonuç: Çalışmamız, PVP’nin benign tümörlerde çok nadir rastlanılan bir vasküler patern olmadığını göstermiştir. Biz, dermoskopik PVP’nin tek başına bir malignite bulgusu olarak görülmemesi ve diğer yapısal dermoskopik bulgular bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: The vascular patterns observed in dermoscopic examination are considered to be important diagnostic clues and many skin lesions show a characteristic vasculature. Polymorphous vascular pattern (PVP) is usually thought to indicate malignant cutaneous tumors. In this study, we aimed to investigate the frequency of PVP in common benign cutaneous tumors.
Material and Methods: Dermoscopic images of histopathologically proven common benign cutaneous tumors collected from two centers were examined retrospectively and the lesions showing a combination of two vessel patterns were detected.
Results: A total of 350 histopathologically confirmed benign cutaneous tumors were evaluated regarding the presence of PVP. Nine percent of dermal/congenital nevi (n=9), 13 percent (n=13) of seborrheic keratoses and 5 percent of viral warts (n=5) showed PVP. None of the dermatofibromas exhibited PVP.
Conclusion: To the best of our knowledge, this is the only study primarily focusing on the PVP in benign skin growths. Our study showed that PVP is not a very rare dermoscopic vascular pattern in benign skin tumors. We suggest that PVP alone should not be accepted as a dermoscopic sign indicating malignancy and should be evaluated in context of the other present structural dermoscopic findings.

4.Frequency of Anxiety Among Physicians Working in Emergency Departments and Other Clinics in Turkey: A Cross-Sectional Survey
Mehmet Koçak, Osman Avşar Gül, Hakan Aydın, Kurtulus Açıksarı, Doğaç Niyazi Özüçelik
doi: 10.5222/MMJ.2019.34032  Pages 135 - 142
Amaç: Hekimler çalışma ortamlarında çeşitli duygusal ve fiziksel streslere maruz kalırlar. Acil servisler özellikle stresli çalışma ortamlarıdır. Bu çalışmada acil tıp uzmanlarında (ATU) ve diğer klinik uzmanlarında anksiyete sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Metot: Türkiye'deki hastanelerde çalışan ve bu kesitsel anket çalışmasına gönüllü olarak katılmayı kabul eden uzman hekimler çalışmaya dahil edilmiştir. Doktorlar, Beck anksiyete puanlarına göre gruplandırılmış ve özellikleri karşılaştırılmıştır. Hekimlerin anksiyete sıklığı ve diğer özellikleri incelenmiştir.
Bulgular: Analize dahil edilen 508 uzman doktorun (erkek: %71.9; ortalama yaş: 37.5 ± 7.2) 97'si (%19,1) ATU, 411'i (%80,9) diğer klinik dallarda uzmandı. Beck anksiyete skorları ortalama 9.6 ± 7.7 olarak saptandı. Orta ve şiddetli anksiyete düzeyinde olan uzman doktorların yüzdeleri sırasıyla %13.8 ve %2.8 idi. Orta-şiddetli anksiyetesi olanların sıklığı %16.5; bu oran ATU’larda diğer klinik uzmanlarınkinden daha yüksekti (sırasıyla %33 ve %12,7). ATU ve diğer klinik uzman doktorlarının ortalama Beck anksiyete düzeyleri sırasıyla 13±9.3 ve 8.7±7.0 olarak saptandı (p<0.001). Anksiyete skoru yaş ve uzman olarak çalışma süresi ile negatif korelasyon gösterdi. Acil hekimlerinde sigara içme (p=0.008) ve alkol tüketimi (p=0.003) ile anksiyete skorları daha yüksek iken uzman olarak çalışma süreleri daha kısaydı (p<0.001).
Sonuç: Uzman doktorlarda anksiyete sıklığı yüksektir. Branşlar dikkate alındığında, acil tıp uzmanlarında saptanan yüksek anksiyete düzeyi, bu alandaki çalışma koşullarının araştırılması ve koruyucu ve önleyici politikaların geliştirilmesi için bir rehber olabilir.
Background: Physicians are exposed to various emotional and physical stressors in their working environment. Emergency departments are particularly stressful working environments. This study aimed to determine the frequency of anxiety in emergency physicians (EP) and other medical specialists.
Methods: This cross-sectional survey included voluntarily participated physicians working in hospitals in Turkey. Physicians were grouped based on their Beck anxiety scores (BAS) and their characteristics were compared. The frequency of anxiety and other characteristics of the physicians were investigated.
Results: 508 medical specialists (male 71.9%; mean age 37.5±7.2 years) included in the analysis; 97 (19,1%) were EP and 411 (80,9%) were from other medical specialties. The mean BAS was 9.6±7.7. The percentages of medical specialists with moderate and severe anxiety were 13.8%, and 2.8%, respectively. The frequency of those with moderate-severe anxiety was 16.5%; it was found higher in emergency physicians than in other physicians (33% and 12.7%, respectively). The mean BAS of EP and other medical specialists were found as 13±9.3 and 8.7±7.0, respectively (p<0.001). Anxiety score showed a negative correlation with age and duration of working as a specialist. In the emergency physicians, the rates of smoking (p=0.008) and alcohol consumption (p=0.003) and anxiety scores were higher and the duration of working as a specialist was shorter (p<0.001).
Conclusions: Frequency of anxiety is high among physicians. Considering medical specialties, higher level of anxiety determined in the EP might be a guide for investigation of working conditions in this field and for development of protective and preventive policies.

5.Expression of Genes Involved in Glycolytic Pathway Upon Glucose Limitation in Leukemia Cells
Burcu YUCEL, Sedef Altundağ Kara, saniye ada, Berna Demircan Tan
doi: 10.5222/MMJ.2019.36675  Pages 143 - 148
Giriş: Lösemi, hematopoetik sistemin kanseridir ve kan öncül hücrelerinin anormal proliferasyonu ile karakterizedir. Diğer kanser hücreleri gibi lösemi hücreleri de hızla çoğalır ve artmış besin gereksinimleri vardır. Kanser hücreleri tarafından en yaygın olarak kullanılan besin maddesi glukozdur ve bu nedenle kanser hücrelerinin çevresinde düşük seviyede glikozun bulunduğu varsayılmaktadır. Lösemi hücrelerine besin eksikliği meydana gelen metabolik değişiklikler nedeniyle ekstra sorumluluk katar. Son zamanlarda yapılan çalışmalarda, farklı tümörlerde artmış glikoliz ve yeniden programlanmış glikoz metabolizması gösterilmiştir. Heksokinaz, fosfodruktokinaz, piruvat dehidrojenaz kinaz ve laktat dehidrojenaz enzimlerini içeren glikoliz ara adımları reaksiyonda hız sınırlayıcı adımlardır ve artan ekspresyonları löseminin zayıf prognozu ile ilişkilendirilmiştir.Bu çalışmanın amacı düşük glukoz konsantrasyonlarında glikolizde rol alan genlerin ekspresyonlarını araştırmaktır.
Yöntem: Bu çalışmada, normal (10 mM) ortama kıyasla düşük glikozlu (1 mM) ortamda, K562, NB-4 ve HL-60 hücre hatlarında hız sınırlayıcı glikolitik enzimlerin mRNA ifadelerini qRT-PCR ile kontrol ettik.
Bulgular: PKM2 ve LDHA mRNA ifadelerinin düşük glukoz koşullarında önemli ölçüde azaldığını bulduk. Öte yandan, HK1 ve HK2 mRNA’ları ise K562 hücrelerinde artmıştır (p <0.001). K562 hücrelerinde PFKL ekspresyonunun azaldığını da bulduk.
Sonuç: Sonuçlarımız, glikoz metabolizmasının hedeflenmesinin glikolitik genlerin ekspresyonunu azaltabileceğini ve dolayısıyla glukoz metabolizmasının lösemi tedavisinde bir hedef olabileceğini göstermektedir.
Aims: Leukemia is the cancer of hematopoietic system and is characterized by abnormal proliferation of blood precursor cells. Leukemia cells as other cancer cells multiply rapidly and they have increased nutrient needs. The most commonly used nutrient by cancer cells is glucose and therefore it is hypothesized that glucose is present at a low level in the microenvironment of cancer cells. Metabolic changes in leukemia cells due to nutrient deficiency add liabilities to the cells. In recent studies, increased glycolysis and reprogrammed glucose metabolism have been shown in different tumors. Glycolysis intermediate steps involving hexokinase, phosphofructokinase, pyruvate dehydrogenase kinase and lactate dehydrogenase enzymes are rate-limiting steps in the reaction and increased expressions were correlated with poor prognosis of leukemia.The aim of this study is to investigate the expression of glycolytic genes in low glucose conditions.
Methods: In this study, we control expression of rate-limiting glycolytic enzymes’ mRNA expressions in K562, NB-4 and HL-60 cell lines in low glucose (1mM) medium compare to normal (10mM) medium with qRT-PCR assay.
Results: We found that PKM2 and LDHA mRNA expressions were significantly decreased in low glucose conditions. On the other hand, HK1 and HK2 expressions were increased in K562 cells (p<0.001). We also found that PFKL expression was decreased in K562 cells.
Conclusion: Our results show that targeting glucose metabolism can reduce expression of glycolytic genes and therefore suggest in compliance with the literature that glucose metabolism may be a target in the treatment of leukemia.

6.Temporal and Frequency Characteristics of Turkish Vowels in Laryngectomized Speakers: Preliminary Study
Fatma Esen Aydınlı, Maviş Emel Kulak Kayıkcı, Nilda Süslü
doi: 10.5222/MMJ.2019.42744  Pages 149 - 159
Giriş ve Amaç

Alarngeal konuşmanın akustiğinde en temel iki parametre; ünlülerin formant frekansları ve durasyon özellikleridir. Ancak; vokal yolun iletim özellikleri ve ünlülerin zamansal özellikleri alryngeal konuşma türüne göre farklılık göstermektedir.
Bu çalışmanın temel amacı Türkçe ünlülerin formant frekans ve durasyon özelliklerinin özefageal, trakeoözefageal ve laryngeal konuşmacılar arasında karşılaştırılmasıdır.

Gereç ve Yöntem 
Bu çalışmada Türkçe’de yer alan 8 ünlünün formant frekans ve durasyon değerleri tespit edilmiş ve bu değerler özefageal, trakeoözefageal ve laryngeal konuşmacılar arasında karşılaştırılmıştır. Formant Frekansın tespiti, Linear Productive Coding ve Fast Fourier Transform yöntemiyle yapılmıştır. 
Bulgular 
Alaryngeal konuşmacıların /y/ ve /i/ ünlüleri hariç diğer ünlülerde 1. Formant Frekans (F1) ve 2. Formant Frekans (F2) değerleri, sözcük başı ve sözcük sonunda laryngeal konuşmacılardan daha yüksek bulunmuştur. Alaryngeal konuşmacı gruplarının ünlü alanları daralmıştır. Tüm konuşmacılarda sözcük sonundaki ünlülerin sözcük başındakine göre durasyonları daha uzun tespit edilmiştir.
Tartışma ve Sonuç 
Bu çalışmanın sonuçları, genel olarak, alaryngeal konuşmacılarda vokal traktın daha kısa ve dilin yüksek-önde pozisyonlandığını desteklemektedir. Literatürdeki diğer çalışmalar arasındaki küçük farklılıkların, kullanılan ünsüzler ve koartikülasyon farklılıklarından kaynaklanabileceği düşünülmektedir.
Ayrıca elde edilen bulgular tarakeözefageal konuşmanın, özefageal konuşmaya kıyasla laryngeal konuşmaya daha benzer olduğunu işaret etmektedir. Ancak, bu çalışmanın bulgularını doğrulamak için daha fazla sayıda katılımcı içeren daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Objective 
In the alaryngeal speech acoustics, formant frequencies and durations of vowels are two main parameters searched. However, it is not clear if the vocal tract transmission properties and temporal characteristics of vowels vary related to alaryngeal speech type.
The main purpose of this study is to compare the formant frequeny and duration characteristics of Turkish vowels between the esophageal, tracheoesophageal, and laryngeal speakers. 
Methods 
Formant frequency and duration values of 8 Turkish vowels have been defined and these values are compared between the esophageal, tracheoesophageal, laryngeal speakers. Detection of a formant was based on Linear Predictive Coding and Fast Fourier Transform. 
Results 
Except the vowels /y/ and /i/; F1 and F2 values of alaryngeal speakers were higher than laryngeal speakers both in the initial and final position. Alaryngeal groups’ vowel space areas have been diminished. The vowels in the final position had longer durations comparing to initial position in all groups. 
Conclusion 
The results of this study generally supported the shorter vocal tract and fronted-higher tongue position in Turkish alaryngeal speakers. The minor differences between other studies thought to be arised from the consonantal context and possible coarticulatory effects. Acoustic findings obtained in the present study, indicated that TES was more like laryngeal speakers as compared to ES. However, further studies including higher number of participants are needed to verify the findings of this study.

7.Increased Epicardial Adipose Tissue Thickness: A new Indicator of Subclinical Atherosclerosis in Non-Fat Children with Migraine
Oyku Tosun, Elif Karatoprak
doi: 10.5222/MMJ.2019.44522  Pages 160 - 165
Amaç: Epikardiyal yağ dokusu, dolaşımdaki biyobelirteçlerin plazma konsantrasyonundan ve hastanın geleneksel risk faktörlerinden bağımsız olarak meydana gelen kardiyovasküler olayların önemli bir prediktif faktörüdür. Çalışmamızda, obezite, yüksek serum lipid ve konvansiyonel C-reaktif protein seviyeleri gibi geleneksel risk faktörlerinden bağımsız olarak, migren ile kardiyovasküler risk arasındaki bağlantı riskini saptamak için hem epikardiyal yağ dokusu kalınlığını hem de karotis intima media kalınlığını değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Kırkbeş adet migren hastası, kırk yedi yaş ve cinsiyet olarak uyumlu sağlıklı çocuk değerlendirildi. Ekokardiyografi ile ölçülen karotis intima media ve epikardiyal yağ dokusu kalınlığı parametreleri iki grup arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Migren ve kontrol grubundaki çocuklar arasında koroner vasküler değişikliklerle ilişkili olduğu bilinen serum lipid düzeyleri, C-reaktif protein düzeyleri açısından anlamlı fark saptanmadı. Çalışma grubu ile kontrol grubu karşılaştırıldığında karotis intima media ve epikardiyal yağ dokusu kalınlığı değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p <0.001). Migren grubunda karotis intima media ile epikardiyal yağ dokusu kalınlığı değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu.
Sonuç: Karotid arterdeki erken vasküler değişiklikler, migrenli çocuklarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığının proinflamatuar ve enflamatuar özellikleriyle ilişkili olabilir. Bu nedenle, migren atakları olan çocuklarda, geleneksel risk faktörlerinden bağımsız olarak, kardiyovasküler olay riskinin arttığını tespit edebileceğimizi düşünebiliriz.
Background: Epicardial adipose tissue is an important predictive factor of incident cardiovascular events independent from the plasma concentration of circulating biomarkers as well as patient’s traditional risk factors. In our study, we aimed to evaluate both epicardial adipose tisssue thickness and carotid intima media thickness to detect the link between migraine and the increased risk of cardivascular events in children with migraine, independent from traditional risk factors like obesity, high serum lipid and conventional C- reactive protein levels.
Methods: Forty-five patients with migraine and forty-seven age and gender matched healthy children were assesed. carotid intima media and epicardial adipose tissue thickness parameters measured by echocardiography were compared between two groups.
Results: No significant difference was detected in children with migraine and control group in terms of serum lipid levels, C- reactive protein levels that are known to be related with coronary vascular changes between two groups. The statistically significant difference was found in carotid intima media and epicardial adipose tissue thickness values between the study and control group (p< 0.001). We found a significantly positive correlation between carotid intima media and epicardial adipose tissue thickness values in migraine group.
Conclusion: Early vascular changes in carotid artery can be related to the proinflammatory and inflammatory properties of epicardial adipose tissue thickness in children with migraine. So, we can consider that independent from the traditional risk factors we can detect the increased risk of cardiovascular events in children with migraine attacks.

8.Misty mesentery in patients with ureterolithiasis: just coincidence?
Zeynep Nilüfer Tekin, Sıla Ulus, Ali Türk, Özlem Saygılı
doi: 10.5222/MMJ.2019.46690  Pages 166 - 175
Amaç
Bu çalışmanın amacı, üreterolitiazisli hastalarda bilgisayarlı tomografi üzerindeki kirli mezenter bulgusunu değerlendirmektir.
Yöntem
Bu retrospektif çalışmaya 3 yıllık zaman aralığında abdominal bilgisayarlı tomografi ile üreter taşı tanısı konulan tüm hastalar dahil edildi. Bilgisayarlı tomografi görüntüleri, kirli mezenterin varlığı ve ilişkilerini, üreter çapı, taşların hacmini ve yerini, periüreteral ve perinefrik yağlı planlarda çizgilenmenin varlığını, perirenal fasya kalınlaşmasını, nefromegali ve hidronefroz derecesini değerlendirmek için gözden geçirildi.
Bulgular
Çalışmaya 434 hasta dahil edildi. Hastaların 62’sinde(% 14.2) kirli mezenter saptandı. Kirli mezenteri olan hastaların yaşı (yaş ortalaması = 37,3 ± 10,9), olmayanlara kıyasla anlamlı olarak daha büyük bulundu (yaş ortalaması = 45,2 ± 12,2) (p = 0,022). Perirenal fasyal kalınlaşma 101 (% 23.2) hastada tespit edildi ve kirli mezenter ile anlamlı bir şekilde ilişkili bulundu (ꭓ2 = 7.74, p = 0.005). İki yüz hastanın (% 46) kirli mezenter ile anlamlı olarak ilişkili olduğu belirtilen periüreteral yağlı planlarda çizgilenme sergilediği kaydedildi (ꭓ2 = 13.6, p = 0.000). Kirli mezenter ile pelvikaliksiyel ektazi, perinefrik yağlı planda çizgilenme, taşın üretral yerleşim yeri ve nefromegali arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı.
Sonuç
Bilgisayarlı tomografi incelemede üreterolitiazis ve kirli mezenter birlikte izlenebilir. Üreterolitiazis ve kirli mezenter arasında potansiyel bir ilişki olabilir.
Purpose
The purpose of this study is to evaluate the misty mesentery sign on computed tomography in patients with ureterolithiasis.
Methods
This retrospective study enrolled all consecutive patients with ureteral stone diagnosed in abdominal computed tomography in the 3-year study period. Computed tomography scans were reviewed to assess the presence and interrelations of misty mesentery, ureteral diameter, volume and location of stones, presence of periureteral and perinephric stranding, thickening of the perirenal fascia, nephromegaly, and grade of hydronephrosis.
Results
Four hundred thirty-four patients were included in the analysis. Misty mesentery was identified in 62 (14.2%) patients. Patients with misty mesentery were significantly older (mean age=45.2±12.2) than those without (mean age=37.3±10.9) (p=0.022). Perirenal fascial thickening was identified in 101 (23.2%) patients and found to be significantly associated with misty mesentery (ꭓ2=7.74, p=0.005). Two hundred patients (46%) were noted to exhibit periureteral stranding which was noted to be significantly related with misty mesentery (ꭓ2=13.6, p=0.000).The relationship between misty mesentery and pelvicalyceal ectasia, perinephric stranding, ureteral location of the stone, and nephromegaly were not found statistically significant.
Conclusions
Ureterolithiasis can be accompanied by misty mesentery at computed tomography examination. There may be a potential association between ureterolithiasis and misty mesentery.

9.Effect of Somatostatin Analogs on Prostate Volume
Osman Köstek, Muhammet Bekir Hacioglu
doi: 10.5222/MMJ.2019.47700  Pages 176 - 181
Amaç: Somatostatin, endokrin sistem üzerinde etkii ve majör görevi inhibisyon olan asidik bir peptittir. Somatostatin analogları ile tedavi edilen gastrointestinal nöroendokrin tümörlü (NET) hastalarda prostatta boyutsal bir değişimin olup olmadığını değerlendirmeyi amaçladık.
Metod: Hastaların çoğuna noröenokrin tümör nedenyle, intramusküler olarak 4 hafta arayla 30 mg uzun etkili oktreotid asetat verildi. Sadece 1 hasta, her 4 haftada bir subkutan 120 mg başka uzun etkili somatostatin diğer bir analog olan lanreotid aldı. Somatostatin analog tedavisi altında bazal ve yanıt değerlendirme sürecinde çekilen bilgisayarlı tomografi görüntüleri ile prostat volüm değerlendirilmesi yapıldı.

Bulgular: Somatostatin analoğu alan toplam 15 NET hastası analiz edildi. On üç (% 86.6) hastada somatostatin analog kullanımından sonra prostat hacmi azalmış olarak saptandı. Somatostatin analog kullanımı ile ortanca azalmış hacim 5.66 (1.97-9.60) cc idi (ortanca tedavi süresi 3.2, 2.8-8.6 aydı). Tüm hastalarda medyan OS 34.8 ay (% 95 CI 13.8-55.9) idi. Prostat hacmi azalmış hastalarda 36.1 ay (% 95 CI 9.5-62.7) ve prostat hacimleri değişmeden kalanlarda 21.7 (% 95 CI 6.9-36.5) idi (p = 0.14).

Sonuç: NET hastalarında somatostatin analog tedavisi, prostat hacimlerinin düşmesine neden oldu. Prostat hacmi artmış hastalarının tedavisinde somatostatin analoğunun potansiyel terapötik rolü prospektif çalışmalarda değerlendirilebilir.
Aim: Somatostatin is a acidic peptide that has major inhibitory function on endocrine system. We aimed to assess whether a dimensional change on the prostate is possible in patients with gastrointestinal neuroendocrine tumors, who treated with somatostatin analogs.

Methods: Majority of the patients were intramuscularly given 30  mg long-acting octreotide acetate into the gluteal muscle with 4-week intervals. Only 1 patient received 120 mg of another long-acting somatostatin analog subcutaneously every 4 weeks. Baseline and follow-up CT studies of the patients who under treatment of somatostatin analogs were performed.

Results: A total of 15 NET patients who received somatostatin analog were analyzed. Thirteen (86.6%) patients had reduced prostate volume after somatostatin analog use. Median reduced volume was 5.66 (1.97-9.60) cc with somatostatin analog use (median treatment time was 3.2, 2.8-8.6 months). Median OS was 34.8 months (95%CI 13.8-55.9) in all patients. It was 36.1 months (95%CI 9.5-62.7) in patients with reduced prostate volume and 21.7 (95%CI 6.9-36.5) in those whose prostate volumes remained unchanged (p=0.14).

Conclusions: Intriguingly, somatostatin analog treatment in NET patients has remarkably resulted in decreased prostate volumes. Potential therapeutic role of somatostatin analog in the treatment of BPH patients might be evaluated in prospective studies.

10.Clinical Comparison of Percutaneous and Open Hamstring Lengthening in Children with Spastic Cerebral Palsy
Yalçın Turhan, Mehmet Arıcan
doi: 10.5222/MMJ.2019.54670  Pages 182 - 187
Giriş: Serebral palsili hastalarda gözlenen artmış hamstring kas gerginliği diz fleksiyon kontraktürünün en sık rastlanan sebebidir ve hamstring uzatma cerrahisi bu problem için uygulanan yararlı bir yöntemdir. Bu çalışmada açık ya da perkütan yöntemle uygulanan hamstring uzatma cerrahisi sonuçlarının klinik sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Hastalar ve Yöntem: Geriye dönük hasta kayıtları üzerinden yapılan bu çalışmada 2014-2018 yılları arasında diz fleksiyon kontraktürü nedeniyle açık ya da kapalı yöntemle hamstring uzatma cerrahisi uygulanan srebral palsili hastalar incelenmiştir. Tüm cerrahi müdahaleler genel anestezi altında yapılmış ve hastaların preoperatif ve postoperatif popliteal açıları (PA) kaydedilmiştir. Açık teknikte medial ve lateral hamstring kaslarını uzatmak için tek bir orta hat insizyonu kullanılmıştır. Perkütan teknikte ise medial ve lateral hamstring kasları 15 numara bistüri yardımıyla perkütan olarak uzatılmıştır.
Bulgular: Çalışmaya 17 hastanın 26 dizi dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 10.6 (6-17) idi. Açık cerrahi uygulanan grupta 9 hasta (14 diz), perkütan cerrahi uygulanan grupta ise 8 hasta (12 diz) mevcut idi. Açık cerrahi sonucunda preoperatif ortalama 45° (± 6,03) olan popliteal açı postoperatif 24° (± 4,37)’ye geriledi (p=0.0001). Perkütan teknik uygulanan grupta ise ortalama popliteal açı 49,75° (± 6,7)’ten 26° (± 7,12)’ye geriledi (p=0.0001). Gruplar arasında preoperatif ve postoperatif popliteal açı değişimleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p=0.215).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları, nispeten basit ve minimal invazif bir teknik olan perkütan hamstring uzatma cerrahisinin seçilmiş hasta gruplarında uygun bir seçenek olarak kabul edilebileceğini göstermiştir.
Background: Knee flexion contracture due to increased hamstring muscle spasticity is the most commonly seen knee deformity in cerebral palsy (CP) and hamstring lengthening is a useful technique for this problem. The purpose of this study is to evaluate the clinical reflections of open vs. percutaneous hamstring lengthening (OHL vs. PHL) surgery results.
Patients and methods: This was a retrospective study of all spastic CP patients having knee flexion deformity who underwent OHL or PHL between 2014 and 2018. The procedures were carried out under general anesthesia and the patients’ preoperative and postoperative popliteal angles (PA) were recorded. In OHL, one midline incision was used to lengthen the medial and lateral hamstrings. In PHL, both the medial and lateral hamstrings were lengthened percutaneously by a no. 15 blade.
Results: Twenty-six knees of 17 patients were included. Mean age of the patients were 10.6 (6-17). Nine patients with 14 knees were present in OHL group and eight patients with 12 knees were present in PHL group. Mean preoperative PA was 45° (± 6,03) and decreased to 24° (± 4,37) after the OHL procedure (p=0.0001). Mean preoperative PA was 49,75° (± 6,7) and decreased to 26° (± 7,12) after the PHL procedure (p=0.0001). There was no statistically significant difference in terms of the mean differences between the preoperative and postoperative PA of OHL and PHL groups (p=0.215).
Conclusion: The findings of this study have shown that the relatively simple and minimal invasive PHL technique can be considered a viable option in selected patient groups for hamstring lengthening.

11.Our Early Results of Isolated Coronary Artery Bypass Grafting: A Case Series of The First 100 Patients In a Newly Established Heart Center
Ebuzer Aydin, Mehmet Senel Bademci, Cemal Kocaaslan, Emine Seyma Denli Yalvac, Ahmet Oztekin, Mustafa Aldag, Senem Koruk
doi: 10.5222/MMJ.2019.77632  Pages 188 - 193
Amaç: Bu çalışmada, yeni kurulan kalp ve damar cerrahisi kliniğimizde koroner arter hastalığı nedeniyle, izole elektif koroner arter by-pass ameliyatı olan ilk 100 vakanın erken dönem sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık.
Yöntem: Ekim 2016 ile Ocak 2018 tarihleri arasında izole elektif koroner arter by-pass ameliyatı olan ilk 100 hasta çalışmaya dahil edildi. Preoperatif dönemde tüm hastalara; rutin kan tetkikleri, ekokardiyografi, elektrokardiyografi, akciğer grafisi, karotis-vertebral arter doppler ultrasonografi, solunum fonksiyon testi yapıldı ve burun kültürleri alındı. Mortalite riskinin hesaplanması için Euroscore II skorlama sistemi kullanıldı. Operasyon intratorasik genel anestezi altında, median sternotomi insizyon tekniği ile asendan aorta arteriel kanülasyon, unikaval venöz kanülasyon eşliğinde, aralıklı antegrad soğuk kan kardiyoplejisi ve hafif hipotermiyle kardiyopulmoner bypass altında yapıldı. Taburculuk sonrası 2.-4. hafta ve 2. ay poliklinik kontrol muayeneleri yapıldı. Hastaların verileri retrospektif olarak tarandı.
Bulgular: Ortalama yaşı 58 yıl olup, hastaların %35 (n=35)’i kadın cinsiyet idi. Ensık görülen risk faktörleri; %50(n=50)’sinde hipertansiyon (HT), %42(n=42)’sinde sigara içme öyküsü idi. Operasyonda ortalama CPB süresi 70±13dk, ortalama kross klemp zamanı 40±16dk, ortalama bypass yapılan damar sayısı 3.4±1.0 idi. Postoperatif dönemde %22(n=22) hastada atriyal fibrilasyon gelişti ve tüm hastalarda medikal tedavi ile sinüs ritmi sağlandı. Hastane içi mortalite %2(n=2) hastada görüldü.
Sonuç: İzole koroner arter hastalığının cerrahi tedavisi, özellikle düşük riskli hasta grubunda, düşük mortalite ve morbidite oranları olan güncel tedavideki yerini korumaktadir.
Aim: In this study, we aimed to investigate the early results of first 100 patients who underwent isolated elective coronary artery by-pass surgery because of coronary arter disease in our clinic.
Methods: First 100 patients who underwent isolated elective coronary artery by-pass surgery between October 2016-January 2018 were included. Routine blood tests, echocardiography, electrocardiography, chest X-ray, carotid-vertebral artery doppler ultrasound, pulmonary function test were performed and nasal culture was obtained preoperatively. Euroscore II was used for calculating the mortality risk. All operations were performed under intrathoracic general anesthesia, with median sternotomy, ascending aortic cannulation, unicaval venous cannulation, intermittant antegrade cold blood cardioplegia and under mild hypothermic cardiopulmonary by-pass.
Results: Mean age was 58 years and %35 (n=35) were female. Most common preoperative risk factors were hypertension (HT) %50(n=50) and smoking %42(n=42). Mean cardiopulmonary by-pass time was 70±13 minutes, mean cross clamp time was 40±16 minutes, mean number of revascularized coronary artery was 3.4±1.0. Postoperative atrial fibrillation was detected as %22(n=22) and all patients were converted to sinüs ritm with medical treatments. In hospital mortality was %2(n=2).
Conclusion: Surgical treatment of isolated coronary artery disease, especially in low risk patient group, remains in the current treatment with low mortality and morbidity rates.

12.Association Between Atherosclerosis and Monocyte/High Density Lipoprotein Ratio in Patients with Familial Mediterranean Fever
Zuhal Berkdemir Çalışkan, Ozge Telci Caklili, YUSUF YILMAZ, Mustafa Çalışkan
doi: 10.5222/MMJ.2019.85226  Pages 194 - 199
Giriş
Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) başta periton ve plevral dokular olmak üzere birçok doku ve organı etkileyen ataklar halinde giden kronik inflamatuvar otozomal resesif bir hastalıktır. AAA gibi subklinik inflamasyonla giden hastalıklarda klasik kardiovasküler risk faktörlerinin yanı sıra oksidatif stres, inflamasyon ve endotelyal hasar da kardiyovasküler hastalık oluşumuna sebep olabilmektedir. Monosit/yüksek dansiteli lipoprotein oranı inflamasyon ve oksidatif stresi monositlerin proenflamatuar etkileri üzerinden gösterebilmektedir. Bu çalışmamızda AAA hastalarında ateroskleroz ve monosit/HDL oranını arasındaki olası bir ilişkiyi araştırdık.
Metod
Çalışmaya Haziran 2006 ile Ağustos 2018 tarihleri arasında -körlük açısından belirtilmemiştir- ne başvurmuş, çalışmaya dahil edilme kriterlerini taşıyan Tel-Hashomer kriterleri ile tanı konmuş 40 AAA hastası [21 kadın, medyan yaş: 37 (27-47)] alındı. Kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyet yönünden benzer 35 sağlıklı gönüllü [21 kadın, medyan yaş: 38 (35-40)] alındı. Monosit/HDL oranı yanı sıra koroner akım rezervleri de değerlendirildi.
Bulgular
Gruplar arasında demografik özellikler açısından fark yoktu. Monosit sayısı ve monosit/HDL oranı hastalarda kontrollerden daha yüksekti [(0.55 ± 0.15 vs. 0.46 ± 0.14; p: 0.013) ve (0.014 (0.010-0.017) vs. 0.010 (0.008-0.013); p: 0.003, sırasıyla]. Yüksek sensitiviteli C reaktif protein düzeyi de hastalarda daha yüksek olarak bulundu [6.70 (2.7-15.4) vs. 1.75 (1.0-2.73), p<0.001]
Sonuç: Monosit/HDL oranı AAA olan hastalarda aterosklerozu erken tanıyabilmek için yeni bir belirteç olabilir ve günlük kullanıma uygundur.
Objective: Familial Mediterranean Fever (FMF) is an autosomal recessive disease characterized by febrile episodes caused by increased inflammatory protein levels. In diseases with subclinical inflammation such as FMF along with conventional cardiovascular risk factors oxidative stress, inflammation and endothelial damage can cause cardiovascular diseases. The monocyte/high-density lipoprotein ratio (MHR) indicates inflammation and oxidative stress due to the proinflammatory effect of the monocytes. We aimed to investigate the relationship between atherosclerosis and monocyte/HDL ratio in patient with FMF.
Material and Methods: FMF was diagnosed with Tel-Hashomer criteria. After all inclusion and exclusion criteria were applied 40 patients with FMF [21 female, median age: 37 (27-47)] and 35 controls [21 female, median age: 38 (35-40)] were recruited from -blinded for peer review. Along with MHR, coronary flow velocity reserve of the subjects was evaluated.
Results: Both groups were similar regarding age, sex, BMI, systolic and diastolic blood pressure and lipid parameters. Monocyte count (0.55 ± 0.15 vs. 0.46 ± 0.14; p value: 0.013) and monocyte/HDL ratio (0.014 (0.010-0.017) vs. 0.010 (0.008-0.013); p value: 0.003) were significantly higher in patients than controls. High sensitive-CRP was also significantly higher in patients with FMF as compared with controls.
Conclusion: As an easy method to evaluate atherosclerosis monocyte/HDL ratio may gain a role in prediction of coronary microvascular dysfunction in patient with FMF during daily clinical practice.

REVIEW
13.The Role of Microbiota in the Development and Progression of Chronic Kidney Disease
Serhan Ünlü, Dilek Ozgenaz Sahan, Tuncay Dagel, Mehmet Kanbay
doi: 10.5222/MMJ.2019.38802  Pages 200 - 207
Mikrobiyota hakkındaki araştırmalar bir çok sistemdeki hastalık gelişiminde bağırsak mikrobiyomunun etkisi olduğunu iddia ediyor. Bunlardan birkaçı; yağ doku, kalp, dolaşım sistemi, sindirim sistemi ve hatta santral sinir sistemidir. Bu konudaki araştırmaların sayısının ve kalitesinin artmasıyla birlikte üzerinde araştırılan konular; bağırsak mikrobiyomunun saf oluşumundan, bu floranın kana geçiş yapan metabolitleri ve vucüdun buna verdiği tepkiye kadar çeşitlilik göstermeye başladı. Bağırsak florasının salgıladığı metabolitler, vücutta kronik enflamasyonu tetikleyerek metabolik sendrom, kronik böbrek hastalığı ya da kardiyovasküler hastalıklar gibi hastalıklara yol açabilmektedir. Bunlar gibi geniş kapsamlı ve multi-sistemik hastalıkların bağırsak mikrobiyomuyla bağlantıları kurulması üzerine, bağırsak mikrobiyomunun bozulmasının flora aktarımı gibi yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılması şaşırtıcı olmayan bir gelişme olmuştur. Bu yazı bazı hastalıkların flora disbiyozundan nasıl etkilendikleri üzerine yoğunlaşacaktır. Indoxil sülfat, p-krezil sülfat ya da trimetilamin N-oksit gibi bağırsak disbiyozu sırasında artan metabolitlerin kronik böbrek hastalığı ve ateroskleroz gibi hastalıklarda ne gibi roller oynadığı tartışılacaktır. Bağırsak bariyerlerinin permeabilitesinin kronik böbrek hastalığı sonucunda gelişen üremi sebebiyle artması ve bunun sonucunda gelişen disbiyoz gibi bu hastalıkların da disbiyoz üzerindeki etkilerine de değinilecektir.
Research related to micobiome claims to find associations to disease processes of many organ systems. Fat tissue, kidneys, heart and vasculature, intestines and even brain tissue is affected by dysbiosis of gut flora. With the advance of studies and their qualities on topic, research evolved from being focused solely on microbiome itself to encompassing metabolites penetrating into serum and immune response demonstrated by host. Effect of such a molecular invasion of body results in a low grade inflammation and chronic diseases such as metabolic syndrome, diabetes mellitus, chronic kidney disease and cardiovascular disease ensues. With such a vast gamut of diseases and pathologic conditions related to microbiome, it should come as no surprise that there have been attempts at treatment of dysbiosis with methods including flora transfer from healthy individuals. This review will focus on these disease states and how they are affected by dysbiosis. Specific metabolites such as indoxyl sulfate, p-cresyl sulfate or trimethylamine N-oxide are increased in a dysbiotic state and affect the pathological course of chronic kidney disease and atherosclerosis. The disease state host is in has effect on permeability of gut barriers and will create dysbiosis such as in uremia related epithelial barrier degradation due to chronic kidney disease.

CASE REPORTS
14.Synchronous Tumors: Renal Cell Carcinoma with Adenocarcinoma of the Ampulla of Vater; Case Report
Yavuz Onur Danacıoğlu, Ferhat Keser, Pınar Engin Zerk, Bengü Çobanoğlu Şimşek, Turgay Turan
doi: 10.5222/MMJ.2019.08784  Pages 208 - 212
Eş zamanlı olarak saptanan çoklu kanserler senkron tümör olarak adlandırılmaktadır. Böbrek hücreli karsinomların senkron tümörlerle birlikte görülmesi nadir bir durumdur. 79 yaşında kadın hasta aralıklı ateş, anemi, kilo kaybı ve iştah kaybı şikayetleri ile tarafımıza başvurdu. Yapılan görüntüleme yöntemleri ile koledok kanalı proksimalinde dilatasyonun eşlik ettiği pankreatik lezyon ve sol böbrek alt polde kitle tespit edildi. Hastaya sol açık parsiyel nefrektomi ve kolesistektomi ile birlikte pankreoduodenektomi yapılarak başarılı şekilde tedavi uygulandı. Bu olgu sunumunda böbrek hücreli karsinom ile birlikte senkron ampulla vateri karsinomu tespit edilen bir vaka sunulacaktır.
Multiple tumors that occur at the same time are defined as synchronized tumors. Occurrence of renal cell carcinomas with synchronous tumors is a rare condition. 79-year-old female presented with complaints of intermittent fever, anemia, losing appetite and weight. Imaging studies revealed the presence of pancreatic lesion with proximal choledocal dilatation and a lesion of lower zone of the left kidney. The patient was treated successfully by open left partial nephrectomy for the renal cancer and pancreaticoduodenectomy with cholecystectomy for the pancreatic lesion. In this case report, a patient who has synchronous adenocarcinoma of ampulla of vater and renal cell carcinoma will be presented.

15.Plastic Bronchitis in a 4 Year-Old Boy Presenting with a Foreign Body Aspiration: A Rare Entity
Saniye Girit, Ebru Senol, Emel Eroglu, Dilek Ece, Tamer Baysal
doi: 10.5222/MMJ.2019.39197  Pages 213 - 217
Plastik bronşit; hava yolunu tıkayan fibrinöz mukus plakları sonucunda oluşan, çocukluk çağında nadir görülen bir hastalıktır. Birçok pulmoner ve sistemik hastalığa sekonder olabileceği gibi idiyopatik de olabilir. Hasta, balgamsız öksürük, dispne ve hışıltı ile yabancı cisim aspirasyonunu taklit edecek şekilde akut solunum yetmezliği bulguları ile başvurabileceği için önemli bir hastalıktır. Burada, bronkoskopi ile plastik bronşit tanısı alan dört yaşındaki hastamızı sunuyoruz.
Dört yaşında erkek hasta öksürük ve nefes almakta güçlük şikayetiyle getirildi. Fizik muayenede ronküsler ve dispne mevcuttu, oksijen saturasyonu %92 idi. Klinik ve laboratuvar olarak başka herhangi bir enfeksiyon bulgusu yoktu. Göğüs grafisinde ve bilgisayarlı tomografide yabancı cisim aspirasyonuna ait özellikler görüldü ve hastaya bu ön tanı ile bronkoskopi yapıldı. Bronkoskopide mukus plakların görülmesi ile plastik bronşit tanısı alan hastada plakların aspirasyonu sonrasında tam iyileşme izlendi.
Plastik bronşit çocukluk çağında nadir görülen bir durumdur. Medikal tedaviye dirençli solunum yetmezliği bulguları olan hastalar; özellikle radyolojik olarak atalektazi veya intraluminal tıkanıklık bulguları da varsa yabancı cisim aspirasyonu yanında plastik bronşit de akılda tutularak bronkoskopi ile değerlendirilmelidir.
Plastic bronchitis is a rare disease of pediatric age resulting from the fibrinous mucus plugs obstructing the airway. Plastic bronchitis can be secondary to many pulmonary and systemic diseases; but also idiopathic. It is an important entity because it can present with acute respiratory system failure symptoms like non-productive cough, dyspnea and wheezing mimicking foreign body aspiration. Here, we report a four year old boy diagnosed as plastic bronchitis by bronchoscopy.
4-year-old boy applied with cough and difficulty in breathing. He had wheezing and dyspnea in pyhsical examination and oxygen saturation was 92% without any other clinical and laboratory signs of infection. Chest X-ray and Computerized Tomography showed characteristics of foreign body aspiration. He was diagnosed as plastic bronchitis by flexible bronchoscopy and had full recovery after extraction of the plugs by aspiration in bronchoscopy session.
Plastic bronchitis is a rare entity of pediatric age which can be idiopathic. Patients who have respiratory failure resistant to conventional medical therapy; especially if they have radiologic signs of atelectasia of intraluminal blockage, should be evaluated with bronchoscopy.

16.The Hearing Loss That Pulsates
Nadhirah Mohd Shakri, Asma Abdullah, Noor Dina Hashim, Rozman Zakaria, Zakhirati Zainol Abidin, Suria Hayati Md Pauzi, Noor ain Mohd Nasir
doi: 10.5222/MMJ.2019.47124  Pages 218 - 222
Background: Glomus jugulare tumor arises within the jugular foramen with close proximity to lower cranial nerves and major vessels. The aim of treatment is complete resection of tumor with preservation of cranial nerves. However, surgery carries high morbidities and challenging especially in large tumors.
Case presentation: A 47-year old lady experienced a hearing loss followed by pulsatile tinnitus for 2 years. Upon a thorough examination and investigations, she was later diagnosed with glomus jugulare. Transmastoid approach excision of tumour was performed with residual tumour left at surgery to prevent potential morbidities. She underwent adjuvant stereotactic radiotherapy post operatively.
Conclusion: Due to insidious onset, high index of suspicion for glomus tumor is needed to initiate early treatment and reduce morbidity. Thus, tinnitus should not be taken lightly. Combined modalities of partial resection of tumor with post-operative radiotherapy are the most suited and effective treatment in large tumors with preserved cranial nerves function. Routine post-operative MRI is beneficial to monitor residual and recurrence.

17.Nasal Chondromesenchymal Hamartoma Masquerading As Malignant Paediatric Tumour
Sui Teng Tan, Saraiza Binti Abu Bakar, Abdul Fattah B Abdul Wahab, Khadijah Mohd Nor
doi: 10.5222/MMJ.2019.73555  Pages 223 - 228
Nasal Chondromesenchymal Hamartoma (NCMH) is a rare, benign tumour of sinonasal tract usually presents in infants. Even though it is benign in origin, its aggressive clinical behaviour and florid radiological finding always mislead the initial diagnosis, mimicking a malignant sinonasal tumour.
We report a case of NCMH in a 2-year-old boy who was referred to by an ophthalmologist for progressive facial distortion, left eye proptosis, persistent left rhinorrhoea and epiphora. Biopsy from the nasal cavity which appeared to be lobulated mass on endoscopy examination confirmed it was Nasal Chondromesenchymal Hamartoma (NCMH). Surgical excision of the tumour was performed. The symptoms of NCMH depend on the tumour location, thus the clinical presentation can be varied. The only way to establish the diagnosis of NCMH is by histopathology and immunohistochemistry of the tumour. Complete surgical treatment is advocated once the diagnosis is confirmed. This benign tumour has an established relation with the DICER1 mutations, hence other DICER1 tumours need to be ruled out at the time of diagnosis.

18.Asymptomatic Multiple Laryngeal Cyst in Multinodular Goitre Patient
Mohd Shaiful Nizam Mamat Nasir, Muhammad Nasri Abu Bakar, Irfan Mohamad
doi: 10.5222/MMJ.2019.97752  Pages 229 - 232
Multiple laryngeal cyst in adult are rare entity. Laryngeal cysts are usually benign lesion. They rarely cause symptoms unless they progressively increase in dimension or enlarge in due of course of time. Here we described a case of asymptomatic patient with multiple laryngeal cyst in elderly which was successfully treated with endoscopic surgery without complication.




 

  © 2024 MEDJ