Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 33 (2)
Volume: 33  Issue: 2 - 2018
Hide Abstracts | << Back
ORIGINAL ARTICLE
1.Pedicle morphometry of thoracic and lumbar vertebrae in adolescent idiopathic scoliosis
İsmail Emre Ketenci, Hakan Serhat Yanık, Şevki Erdem
doi: 10.5222/MMJ.2018.01336  Pages 69 - 74
Adölesan idiopatik skolyoz (AIS) cerrahisinde güvenli enstrümantasyon ve düzeltme yapılabilmesi için, deforme omurların morfolojisinin ayrıntılı olarak bilinmesi önemlidir. Bu çalışmada, kord uzunluğu (KU), transvers pedikül genişliği (TPG) ve transvers pedikül açısı (TPA) baz alınarak, AIS hastalarının her bir omur morfolojisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
AIS tanılı 81 hastanın ameliyat öncesi bilgisayarlı tomografi (BT) görüntüleri retrospektif olarak incelendi. Ortalama yaşı 15.1 olan hastaların 64’ü kadın, 17’si erkekti. Torasik ve lomber bölgedeki tüm omurların konkav ve konveks pediküllerine KU, TPG ve TPA ölçümleri dijital olarak uygulandı. Konkav ve konveks taraflardaki değerler karşılaştırıldı.
KU T1’de en kısa, L5’te en uzun olarak ölçüldü. Konkav taraftaki KU değerleri konveks tarafa göre daha fazla bulunurken, T9 ve L3 seviyelerinde bu fark anlamlıydı (p<0.05). TPG değerleri ise konkav tarafta daha düşük olarak ölçüldü, anlamlı fark T8 ve T9 seviyelerinde saptandı (p<0.05). En dar pediküller T5 seviyesinde bulundu. TPA ölçümlerinin en yüksek ve en düşük değerleri sırasıyla T1 ve T12 seviyelerindeydi. Konkav taraftaki değerler daha yüksek bulunurken, anlamlı fark T7, T8 ve L3 seviyelerinde saptandı (p<0.05).
Konkav taraftaki pediküller genel olarak daha uzun ve daha dar olup bunların transvers plandaki medial inklinasyonları da daha fazladır. Bu bulgular apikal bölgede daha belirgin olmakla beraber hastadan hastaya farlılıklar gösterebilir. Ameliyat öncesi rutin BT taraması hastaya özgü kemik yapısı hakkında önemli bilgiler verebilir.
In adolescent idiopathic scoliosis surgery (AIS) thorough knowledge of the morphometry of scoliotic vertebrae is important for safe pedicle screw instrumentation and deformity correction. This study aimed to evaluate the morphometry of each vertebrae in AIS patients based on chord length (CL), transverse pedicle width (TPW) and transverse pedicle angle (TPA).
Preoperative thoracolumbar computerized tomography (CT) images of 81 AIS patients that were retrospectively evaluated. Mean age of the patients was 15.1 years, 64 of them were female and 17 were male. CL, TPW and TPA measurements were performed for concave and convex pedicles at all thoracic and lumbar levels. Values of concave and convex sides were compared.
CL was shortest at T1 and longest at L5. CL values on the concave side were higher than those on the convex side with significant difference at T9 and L3 levels (p<0.05). Consistently smaller TPW values were observed on the concave side, however significant difference was only found at T8 and T9 levels (p<0.05). Narrowest pedicles were observed at T5. Highest and lowest values of TPA were observed at T1 and T12 levels respectively. Values were higher on the concave side with significant difference at T7, T8 and L3 levels (p<0.05).
Concave pedicles are generally longer, thinner and more medially inclined in transverse plane. These findigs are distinct in the apical region but may show variability among patients. Routine preoperative CT examination can give important information about the individual bone structure of each patient.

2.Change in the impact of Turkish Orthopedics and Traumatology on international scientific literatüre
Abdullah Demirtas, Yilmaz Tutak, Tahir Mutlu Duymus, Ibrahim Azboy
doi: 10.5222/MMJ.2018.12258  Pages 75 - 81
Çalışmamızın amacı, Türk Ortopedi ve Travmatolojisinin uluslararası bilimsel literatüre olan etkisindeki değişimi Acta Orthopaedica et Traumatologica Turcica (AOTT) dergisinin başarısını inceleyerek araştırmaktır. 2006-2015 yılları arasında AOTT’de yayımlanmış tüm klinik araştırma makaleleri çalışmaya dahil edildi. Atıf sayısı ve atıf sayısını etkileyebilecek faktörler (çalışmaya katılan merkezlerin sayısı, çalışmanın orjini (yurt içi-yurt dışı), dizaynı, kanıt seviyesi, çalışmaların tipi ve alt tipi) değerlendirildi. 517 klinik araştırma makalesi değerlendirildi. Atıf alma hızında son beş yılda artış görüldü (p=0.046). Makalalerin çoğunluğu çok merkezli (%54.9) ve yurt içi orjinli (%85.1) idi. Son beş yılda yurt dışı orjinli makale sayısında artış görüldü. Makalelerin çoğunluğu Level 4 (%76.2) ve retrospektif dizaynlıydı (%95.9). Son beş yılda makalelerin kanıt seviyelerinde ve prospektif dizaynlı çalışma sayısında artış görüldü (sırasıyla; p=0,07; p=0.157). Makalelerin çoğunluğu terapötik tipteydi (%74). Son beş yılda ekonomik ve karar analizi çalışma tipinde artış görüldü (p=0,055). Makaleler, en sık travma ile ilişkiliydi (%26.5). Son beş yılda artroplasti ile ilişkili makale oranındaki artış, ayak-ayak bileği ve pediatrik ortopedi ile ilişkili makale oranında azalma görüldü (sırasıyla; p=0.022; p=0.036; p=0.007). Sonuç olarak; Türk Ortopedi ve Travmatolojisinin 2011-2015 yılları arasında uluslararası bilimsel literatür üzerindeki etkisini artırdığı görüldü.
The aim of our study is to investigate change in the impact of Turkish Orthopedics and Traumatology on the international scientific literature by examining the success of the Acta Orthopaedica et Traumatologica Turcica (AOTT) journal. All clinical research articles published in the AOTT between 2006 and 2015 were included in the study. The number of citations and the factors (number of centers participating in the study, the origin of study (domestic-foreign), design, level of evidence, type and subtype of studies) that may affect the number of citations were evaluated. 517 clinical research articles were evaluated. There has been an increase in the citation rate over the last five years (p=0.046). The majority of the articles were multi-center (54.9%) and domestic-origin (85.1%). In the last five years, there has been an increase foreign-origin articles (p=0.01). The majority of the articles was level 4 (76.2%) and designed retrospectively (95.9%). In the last five years, there has been an increase in the evidence levels of the articles and prospective design studies (p=0.07,p=0.157,respectively). The majority of the articles were therapeutic type (74%). In the last five years, there has been an increase economic and decision analysis studies (p=0.055). Articles were mostly related to trauma (26.5%). In the last five years, there has been an increase articles related to arthroplasty, and a decrease articles associated with foot-ankle and pediatric orthopedics (p=0.022,p=0.036,p=0.007,respectively). As a result; it was seen that Turkish Orthopedics and Traumatology increased its influence on the international scientific literature between the years 2011-2015.

3.The Effect of Lumbar Traction with Two Different Load on Clinic and Functional Status of Patients with Subacute Lumbar Disc Herniation
Sadiye Murat, Kaan Uzunca, Nuran Erden
doi: 10.5222/MMJ.2018.34711  Pages 82 - 88
Amaç: Subakut lomber disk hernisi tanılı hastalarda fizik tedavi yöntemlerinden biri olan traksiyonun iki farklı ağırlıkla; klinik, fonksiyonel durum ve yaşam kalitesi üzerine olan etkilerini araştırmak.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 70 hasta alındı. 9 hasta çalışmaya katılmak istemedi. 61 hasta randomize olarak iki gruba ayrıldı. Birinci gruba (n=30) vücut ağırlığının %35-50 kuvvetinde, ikinci gruba (n=31) vücut ağırlığının %10-20’si olacak kuvvette “intermittant traksiyon” uygulandı. Tüm hastalara egzersiz programı ve bel ağrısından korunmak için önlemler konusunda eğitim verildi. Tedavi etkinliği visüel analog skala, short-form 36, Oswestry Bel Ağrısı Özürlülük ve Roland-Morris Fonksiyonel Değerlendirme formları ile tedavi öncesi, tedavi sonrası (10. gün) ve tedaviden bir ay sonra (40. gün) değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmada sonuç değerlendirme ölçekleri ile her iki grupta iyileşme görülürken bu değişimler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark bulunmadı. Grupların kendi içlerinde yapılan karşılaştırma sonuçlarında ise; istirahatteki ve hareket sırasındaki VAS değerleri, Oswestry Bel Ağrısı Özürlülük, Roland-Morris Fonksiyonel Değerlendirme skorları ve SF-36 sorgulamasında tedavi öncesi-birinci kontrol ve tedavi öncesi-ikinci kontrol arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0,05 ).
Sonuç: İki gruptaki iyileşmenin; disk hernilerinin yaklaşık %50’sinin yapılan tedaviye bağlı olmaksızın, birkaç haftada doğal seyri sonucu iyileşmesine, traksiyon dışında diğer konservatif tedaviler ve egzersiz programına da bağlı olabileceği kanaatindeyiz.
Objective: Investigate the effects of traction with two different loads, as a physical treatment, for the patients with subacute lumbar disc herniation on clinic status, functional status and quality of life.
Material and Method: Seventy patients were enrolled. Nine of them did not agree to participate in the study. Sixty-one patients were divided into the two groups, randomly. The first group (n=30) was gone through intermittent traction with a force of their body weight’s 35-50%, and the second group (n=31) was gone through intermittent traction with a force of their body weight’s 10-20%. An exercise program was given to all patients and all patients were informed about precautions to protect themselves from lumbar pain. Treatment efficacy was evaluated before the treatment, after the treatment (tenth day) and a month later after trteatment (fortieth day) with the short form 36, Oswestry Lumbar Pain Disability and Roland-Morris Functional Evaluation forms.
Results: We observed improvement in outcome evaluation forms in both groups. However, there was no statistically significant difference between the groups.
In the comparison results made within the groups themselves; there was a statistically significant difference between VAS values at rest and during movement, Oswestry Lumbar Disability, Roland-Morris Functional Assessment scores, and pre-treatment-first control and pre-treatment-second control in SF-36 interrogation (p<0,05 ).
Conclusion: In natural process, 50% of the disc herniations can be improvement within a few weeks. We think that the improvement in both groups could be due to this condition and also be related to conservative treatments and exercise program except for the traction.

4.Association between atrial fibrillation and red cell distribution width in patients with acute coronary syndrome
Sinan Cerşit, Macit Kalçık, Lütfi Öcal, Emrah Bayam
doi: 10.5222/MMJ.2018.58234  Pages 89 - 93
Giriş: Kardiyovasküler hastalıklar, kandaki eritrositlerin hacimlerindeki değişkenliğin göstergesi olan eritrosit dağılım genişliğinin (EDG) artışı ile ilişkilendirilmektedir. Enflamasyona bağlı olarak akut koroner sendrom (AKS) ve atriyal fibrilasyon (AF) gibi durumlar EDG’de artışa sebep olabilir. Çalışmamızda, AKS ile hastaneye başvuran hastalardaki eşlik eden AF’nin EDG ile ilişkisini araştırdık.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016-Aralık 2017 tarihleri arasındaki AKS ile başvuran AF mevcut olan 50 hasta ve, yaş ve cinsiyet yönünden eşleştirilmiş 62 kontrol hastası retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastalara ayrıntılı fizik muayene ve ekokardiyografik görüntüleme uygulandı. Ayrıca, tam kan sayımını içeren rutin kan örnekleri alındı.
Bulgular: Her iki grup arasında temel klinik özellikler benzerdi. Sol atriyal (SA) çap (47±13 ve 38±12 mm, p<0.05) ve ortalama EDG (%14.5±2 ve %12.6±1, p<0.001) AF olan hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. Regresyon analizinde, SA çap (Odds oranı-OO=1.10, %95 Güven aralığı-GA: 1.07-1.18, p<0.05), EDG (OO: 1.53, %95 GA: 1.12-1.98, p<0.005) ve troponin T (OO=1.13, 95% GA: 1.1-1.15, p<0.05) AF’nin bağımsız öngördürücüleri olarak bulundu. Serum EDG düzeyinin >%11.7 olması AF varlığını %56 duyarlılık ve %64 özgüllük ile öngördü (EAA= 0.637, p<0.001).
Sonuç: EDG ucuz ve kolay ulaşılabilir bir biyobelirteçtir. Yüksek EDG, AKS ile başvuran hastalarda AF varlığını öngörebilir.
Background: Cardiovascular disease is associated with red cell distribution width (RDW), an indicator of variability in circulating erythrocyte volume. The inflammatory process in acute coronary syndrome (ACS) and atrial fibrillation (AF) may cause an increase in RDW. In this study, we purposed to investigate whether admission RDW is associated with AF in patients with ACS.
Methods: This retrospective study included 50 patients with AF and 62 age- and sex- matched controls, who had presented with ACS between January 2016 to December 2017. All subjects had routine blood tests including common blood cell counts and also underwent physical examination and echocardiographic examination.
Results: Baseline characteristics were similar in the two groups. Left atrial (LA) diameter (47±13 vs 38±12 mm, p<0.05) and RDW (14.5±2% vs. 12.6±1%, p<0.001) were significantly higher in the patients with AF than the control group. In multivariate analysis, LA diameter (Odds ratio- OR= 1.10, 95% Confidence interval-CI: 1.07-1.18, p<0.05), RDW (OR=1.53, 95% CI: 1.12-1.98, p<0.005) and troponin T (OR=1.13, 95% CI: 1.1-1.15, p<0.05) were found to be significant independent predictors of AF in patients with ACS. A serum RDW level of >11.7% predicted the presence of AF with a sensitivity of 56% and a specificity of 64% (AUC= 0.637, p<0.001).
Conclusions: RDW is an inexpensive and readily available biomarker that may predict AF in patients with ACS.

5.Monocyte to HDL Cholesterol Ratio and its association with cardio-metabolic risk factors in Primary Hyperparathyroidism
Muhammed Kızılgül, Mustafa Calışkan, Bekir Uçan, Selvihan Beysel, Mümtaz Takır, Erkam Sencar, Davut Sakız, Erman Çakal, Mustafa Ozbek
doi: 10.5222/MMJ.2018.59837  Pages 94 - 99
Amaç: Monosit sayısının HDL-Kolesterole oranı (MHO)’nın yeni bir kardiyovasküler belirteç olduğu gösterilmiştir. Çoğu çalışmada hafif primer hiperparatiroidi (PHPT)’nin bile kardiyovasküler hastalık riskini arttırdığı bildirilmiştir. Bu çalışmada, MHO’nun PHPT hastalarında yüksek olup olmadığını ve kardiyo-metabolik risk faktörleri ile ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.

Hastalar ve Yöntemler: Çalışmaya primer hiperparatiroidisi olan 75 hasta ve 96 kontrol olgusu alındı. Demografik, antropometrik ve biyokimyasal veriler kaydedildi. Gruplar, monosit sayıları, HDL-Kolesterol (HDL-K) ve MHO’na göre karşılaştırıldı. MHO ile labaratuvar ve kardiyo-metabolik risk faktörleri arasındaki ilişki korrelasyon analizi ile değerlendirildi.

Sonuçlar: Ortalama yaş her iki grupta benzerdi (52.69 ± 10.91 to 53.33 ± 7.70, p: 0.667). Cinsiyet dağılımı, vücut kitle indeksi (VKİ) gruplar arası benzerdi (p>0.05). Monosit sayısı ve HDL-K düzeyleri gruplar arası benzerdi (479.73±136.97 to 500.13 ± 144.06 and 51.54 ± 11.99 to 51.95 ± 11.66, p>0.05). MHO gruplar arası benzerdi (9.71 ± 3.65 to 10.11 ± 3.86, p>0.05). MHO sistolik kan basıncı ve insulin direnci (HOMA-IR) ile pozitif korrele idi (r2: 0.276, p: 0.019 and r2: 0.271, p: 0.020). MHO ile diğer kardiyovasküler risk faktörleri olan diastolik kan basıncı, karotis intima media kalınlığı (KIMK) ve c-reaktif protein (CRP) arasında korrelasyon saptanmadı (p>0.05).

Tartışma: Monosit sayısının HDL-Kolesterole oranı primer hiperparatiroidili hastalarda yüksek değildi. Monosit sayısının HDL-Kolesterole oranı sistolik kan basıncı ve insulin direnci ile korrele iken, diğer kardiyovasküler risk faktörleri olan diastolik kan basıncı, KIMK ve CRP ile korrele değildi.
Objectives: The monocyte count to HDL-Cholesterol ratio (MHR) has been shown as a novel prognostic indicator of cardiovascular diseases. Several studies demonstrated that even mild primary hyperparathyroidism (PHPT) has an increased risk for cardiovascular disease. We aimed to evaluate MHR and its relation with cardio-metabolic risk factors in patients with PHPT.

Methods: Seventy-five patients with PHPT and 96 control subjects were included in the study. Demographic, anthropometric, and biochemistry results were recorded. The groups were compared in terms of monocyte counts, HDL-cholesterol (HDL-C), and MHR values. Correlation analysis was used to determine the relation between MHR and cardio-metabolic parameters.

Results: The mean age was similar in each group (52.69 ± 10.91 to 53.33 ± 7.70 years, p=0.667). Sex distribution and body mass index were similar in each group (p>0.05). Monocyte counts and HDL-C levels were similar in each group (479.73±136.97 to 500.13 ± 144.06 and 51.54 ± 11.99 to 51.95 ± 11.66 mg/dL, p>0.05). MHR was similar between groups (9.71 ± 3.65 to 10.11 ± 3.86, p>0.05). MHR was positively correlated with systolic blood pressure (SBP) and homeostasis model assessment of insulin resistance (HOMA-IR) (r2=0.276, p=0.019 and r2=0.271, p=0.020, respectively). There was no association between MHR and other cardio-metabolic risk factors including diastolic blood pressure (DBP), carotis intima media thickness (CIMT), and c-reactive protein (CRP) (p>0.05).

Conclusions: The MHR did not increase in patients with PHPT. The MHR was correlated with SBP and HOMA-IR; however, it was not associated with other cardio-metabolic risk factors including DBP, CIMT, and CRP.

6.Human Chıtınase-3-Lıke Protein: A Pathogenic Role In Recurrent Implantatıon Faılure ( RIF )?
Yaprak Engin Üstün, Ayse Seval Özgü Erdinç, Nafiye Yılmaz, Salim Erkaya, Ayla Aktulay, Nilüfer Akgün, Canan Demirtaş
doi: 10.5222/MMJ.2018.71084  Pages 100 - 104
İNSAN KİTİNAZ - 3 PROTEİN: TEKRARLAYAN İMPLANTASYON BAŞARISIZLIĞINDA PATOJENİK ROLÜ VAR MI?

İnsan kitinaz - 3 protein 1 (CHI3L1) (aynı zamanda serum insan kıkırdak 39 glikoprotein olarak bilinir, YKL - 40), kanser ve inflamatuar hastalıklar ile ilgili yeni bir belirteçtir. İnflamasyonun hassas belirteçleri arasında ortalama trombosit volüm (MPV) ve sistemsel inflamatuar tepki (SIR) belirteçleri [nötrofil lenfosit oranı (NLR), trombosit - lenfosit oranı (PLR)] sayılabilir. Bu çalışmada, tekrarlayan implantasyon başarısızlığı (RIF) olan hastalarda CHI3L1, MPV, NLR ve PLR düzeylerini incelemek ve bu değerlerin doğurgan sağlıklı kadınlarla karşılaştırılması amaçlanmıştır. Bu çalışma bir kesitsel çalışma olup tekrarlayan implantasyon başarısızlığı olan 28 infertil kadın çalışmaya alındı. RIF arka arkaya üç siklus IVF veya ICSI tedavisi sonucunda klinik gebelik elde edilememesi olarak tanımlandı. Bölünme aşaması embriyolar için en az dört ve blastokistler için en az iki kaliteli ve uygun gelişim düzeyinde embriyonun verilmesi şartı arandı. Kontrol grubuna spontan gebe kalmış ve abort yapmamış 28 sağlıklı kadın dahil edildi. Hematolojik parametreler otomatik olarak hesaplandı. İnsan serumu kitinaz -3- protein 1 düzeyleri, üreticinin talimatlarına göre bir ticari kolorimetrik kiti (Elabscience Biyoteknoloji Ltd, Pekin) kullanılarak hesaplandı. Yaş ve vücut kitle indeksi için gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. İnsan kitinaz-3 - protein 1 düzeyleri RIF (59.6 (38,6-421,2 ng / ml)) ve kontrol grubunda (68.5 (20,6-486,4 ng / ml) benzerdi. (p=0.222). MPV, NLR ve PLR açısından anlamlı farklılık bulunamadı. Tekrarlayan implantasyon başarısızlığında CHI3L1, MPV, NLR ve PLR kan düzeyleri ile ilişki saptanmadı.
Anahtar kelimeler: İnsan Kitinaz - 3 - benzeri protein 1 (YKL - 40 / CHI3L1), tekrarlayan implantasyon başarısızlığı, nötrofil lenfosit oranı, trombosit - lenfosit oranı.
HUMAN CHITINASE-3-LIKE PROTEIN: A PATHOGENIC ROLE IN RECURRENT IMPLANTATION FAILURE?

Human Chitinase-3-like Protein 1 (CHI3L1) alias serum human cartilage glycoprotein 39 (YKL- 40) is a new biomarker frequently associated with cancer and inflammatory diseases. Hematological parameters also can be called as sensitive markers of inflammation including mean platelet volume (MPV) and systemic inflammatory response (SIR) markers [neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), platelet-lymphocyte ratio (PLR)]. In this paper, it was aimed to examine the levels of CHI3L1, MPV, NLR and PLR in patients with recurrent implantation failure (RIF) and compare them with healthy women with proven fertility. The study group consisted of 28 infertile women with RIF charectirized as a failing to attain a clinical pregnancy after three consecutive cycles of IVF or ICSI. In these processes, first, all embryos must be valuable and sufficient experimental phase – second, the total number of transferred ones was at least four cleavages –stage embryos and minimum two for blastocysts as well. The control group included 28 healthy women with proven fertility that had conceived spontaneously and not lost a pregnancy. Hematological parameters were automatically calculated. Irrevelant differences were revealed among the groups with regard to age and body mass index. Whereas Human Chitinase-3-like Protein 1 levels were similar in RIF (59.6 (38.6-421.2 ng/ml)) and control subjects (68.5 (20.6-486.4 ng/ml)) (p=0.222). insignificant differences were resulted in MPV, NLR and PLR. Recurrent implantation failure was not associated with altered CHI3L1, MPV, NLR and PLR levels.
Key words: Human Chitinase-3-like Protein 1, recurrent implantation failure, neutrophil-lymphocyte ratio, platelet-lymphocyte ratio

7.Imaging findings of urogenital system involvement in Crohn’ s disease: single center experience
Erdem Yilmaz
doi: 10.5222/MMJ.2018.76390  Pages 105 - 111
Bu çalışmada amacımız Crohn hastalığı (CH)’ nda ürogenital sistem tutulumu (ÜGT) sıklığını, tutulum yerlerini, multidetektör bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulgularını sunmak ve takip süresi ile ÜGT arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. Kasım 2008-Kasım 2017 tarihleri arasında CH tanılı 59 hastanın (25K, 34E) BT ve MRG incelemeleri ÜGT açısından değerlendirildi. ÜGT sıklığı, tutulum yerleri, görüntüleme bulguları ve takip süresi ile ÜGT arasındaki ilişki incelendi. CH tanılı olgularımızda ÜGT sıklığı %33,9 (n: 20)’ dur. En sık böbrek taşı (n: 9, %15,3) ve mesane tutulumu (n: 7, %11,9) saptandı. Diğer bulgular adneksiyal tutulum (n: 3, %5,1), üreter tutulumu (n: 2, %3,4), anovaginal fistül (n: 2, %3,4), vulva-perine tutulumu (n: 2, %3,4), penis kökü ve skrotal tutulum (n: 2, %3,4) ve prostat tutulumuydu (n: 1, %1,7). Erkeklerle kadınlar arasında ÜGT sıklığı açısından fark saptanmadı. MRG’ de yüksek uzaysal rezolüsyonlu yağ baskılı T2 ve yağ baskılı kontrastlı T1 sekanslarında ÜGT daha iyi gösterildi. Takip süresi ile ÜGT arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı (p=0,58). CH olgularında ÜGT nadir değildir. CH’ nın ürogenital komplikasyon ve görüntüleme bulgularının bilinmesi hastalığın tanı ve yönetiminde faydalı olacaktır.
Our aim in this study is to present the frequency of urogenital system involvement (UGT) in Crohn's disease (CH), involvement sites, CT and MR findings and relationship between follow up time and UGT. Multidetector computed tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI) of 59 patients with CH (25K, 34E) between November 2008 and November 2017 were evaluated in terms of UGT. Frequency and location of UGT involvement, imaging findings and relationship between duration of illness and UGT was examined. The prevalence of UGT in our CH cases is 33.9% (n: 20). The most common findings were kidney stones (n: 9, 15.3%) and bladder involvement (n: 7, 11.9%). Other findings include adnexal involvement (n: 3, 5,1%), ureter involvement (n: 2, 3,4%), anovaginal fistula (n: 2, 3,4%), vulva-perine involvement (n: 2, 3.4%), penile root and scrotal involvement (n: 2, 3.4%) and prostate involvement (n: 1, 1.7%). There was no difference in the frequency of UGT between males and females. Kidney stones were better seen on unenhanced CT. High-spatial-resolution fat-suppressed T2 and fat-suppressed contrast-enhanced T1 sequences on MRI were better for visualization of UGT. There was no statistically
significant relationship between disease duration and UGT (p=0,58). UGT is not uncommon in CH. Being familiar with urogenital complications and imaging findings of CH will be useful in the diagnosis and management of the disease.

8.Evaluation of Biopathogenesis of Meningioma Cases in the Light of Literature
Numan Karaarslan, Mehmet Sabri Gürbüz, Abdullah Talha Şimşek, Mehmet Erşahin, Mehmet Zafer Berkman
doi: 10.5222/MMJ.2018.77905  Pages 112 - 118
Meningiomlar, biyolojik davranış paterni önceden bilinmesi her zaman mümkün olmayan, genelde benign karakterdeki ekstraaksiyel tümörlerdir. Bu araştırmada, meningiom tanılı olgularının biyopatogenezi literatür eşliğinde araştırılması amaçlandı. Nöroşirurji kliniğinde, 2005 ile 2010 yılları arasında meningiom nedeniyle opere edilmiş olan olgular (n=79) geriye dönük olarak incelendi. Dosya arşiv taraması sonrasında elde edilen demografik veriler ile kan grubu, sigara kullanımı, meningiom lokalizasyonu, peritümöral ödem, Simpson ve Kobayashi rezeksiyon derecesi, histotolojik alt tip, grade, nüks bilgilerine ait klinik veriler, kayıt altına alındı. Raporlanan bu veriler içerisinde kaydedilen tümörlere ait biyolojik davranış ve prognozuna etki edebilecek bulgular değerlendirildi. Araştırma kriterlerini karşılayan toplam 79 olgu çalışmaya dâhil edildi. Olguların histopatolojik grade incelendiğinde; 59 (%74,7) olgunun grade I; 20 (%25,3) olgunun grade II olduğu görüldü. Olguların lokalizasyonu ve histolojik grade ilişkisine bakıldığında, meningiomların en sık konveksitede yerleştiği ve grade II olguların çoğunun bu lokalizasyonda olduğu saptandı. Preoperatif peritümöral ödemin, özellikle sfenoid kanat ve konveksite meningiomlarında daha fazla olduğu saptandı. Olguların takipleri esnasında toplam 9 (%11,4) olguda nüks görüldü. Cerrahi rezeksiyon derecesi ile nüks olgular arasında yapılan değerlendirmede Simpson grade IV ve Kobayashi grade IVA ve IVB rezeksiyon yapılan olguların tümünde nüks saptandı. Nüks olgular ile histopatolojik alt tip arasındaki ilişki incelendiğinde nüks eden 7 (%77,7) olgunun grade II, 2 (%33,3) olgunun ise grade I meningiom olduğu saptandı. Nüks olguların lokalizasyonu incelendiğinde 4 (%44,4) olgu sfenoid kanat, 2’si (%22,2) parasagittal, 1’i(%11,1) tuberkulum sella, 1’i (%11,1) ise intraventriküler yerleşimliydi. Çalışmamızda, meningiomlarda histopatalojik alt tip ve cerrahi rezeksiyon derecesinin prognozda önemli rol oynadığı saptandı. Ayrıca tümör lokalizasyonunun ve peritümöral ödem varlığının meningioma prognozunda ve biyolojik davranışa etki edebileceği düşünüldü. Elde edilen bulguların, ileriye yönelik, farklı ırkların yer alacağı, çok merkezli ve daha fazla serileri içeren olguların yer alacağı çalışmalarla desteklenmesi gerekmektedir.
In this study, it was aimed to investigate the bio pathogenesis of the cases diagnosed with meningioma in the light of the literature. The patients (n=79) operated due to the meningioma in neurosurgery department between 2005 and 2010 were retrospectively examined. Findings that may affect the biological behavior and prognosis of the tumours recorded in these reported data were evaluated. A total of 79 cases meeting the research criteria were included in the study. When the histopathological grade of the cases was examined, it was seen that 59 cases (74.7%) were grade I and 20 cases(25.3%) were grade II. When the relation between the localization and histological grade of the cases was examined, it was determined that the meningiomas were most frequently located in convexity and that most of grade II cases were localized at this site. Preoperative peritumoral oedema was found to be more prevalent, especially in the sphenoid wing and convexity meningiomas. A total of 9 cases of recurrence(11.4%) occurred during follow-up period. When carrying out evaluation between surgical resection grade and recurrent cases, it was detected that all cases where it was performed Simpson grade IV and Kobayashi grade IVA and IVB resection had a recurrence.. When the localization of recurrent cases was examined, it was seen that 4 cases (%44,4) were sphenoid wing meningioma, 2 cases (%22,2) were parasagittal meningioma, 1 case (%11,1) was tuberculosis sellae meningioma and 1 case (%11,1) was intraventricular meningioma. In our study, histopathologic subtype and surgical resection grade were found to play a significant role in prognosis in meningiomas. It was also thought that the presence of peritumoral oedema and tumour localization could affect the biological behavior and prognosis of the meningioma. Findings obtained should be supported by multi-center studies that will include the cases of different races with more series.

9.CT-guided Stereotactic Microsurgical Resection of Cerebral Mass Lesions
Mehmet Erşahin, Mehmet Sabri Gürbüz, Numan Karaarslan, Ahmet Ferruh Gezen
doi: 10.5222/MMJ.2018.87259  Pages 119 - 125
Amaç: Stereotaktik mikrocerrahi teknik beynin derin ya da korteksin kritik bölgelerindeki lezyonların doğru lokalizasyonu ve rezeksiyonuna olanak tanımakla kalmayıp, çevre dokuların cerrahiden minimal düzeyde etkilenmesini de sağlar. Bu çalışma Leksell çerçeve kullanarak gerçekleştirdiğimiz serebral lezyonların BT rehberliğinde stereotaktik mikrocerrahi rezeksiyonu konusundaki deneyimlerimizi sunmayı amaçlamaktadır.
Yöntem ve Gereç: Temmuz 2000 ve Eylül 2017 arasında bilgisayarlı tomografi rehberliğinde serebral lezyonların stereotaktik rezeksiyonu yapılan toplam 42 hasta dahil edilmiştir. Klinik, radyolojik, histolojik veriler ve takip verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların pre- ve postoperatif durumları Karnofsky Performans Skalası (KPS) kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Yüksek dereceli glioma hastaları hariç, tüm hastalarda tam rezeksiyon yapılabilmiştir. Epilepsisi olan 24 hastanın 20’sinde bunlar tamamen kontrol altına alınmış, 4 hastada ise epileptik atakların sayısı azalmıştır. Genel olarak, hastaların 20’sinde KPS skorunda değişiklik olmamış, 28 hastada bu skorda artış, 2’sinde ise azalma olmuştur. Hiç postoperatif mortalite saptanmamıştır.
Sonuç: . BT rehberliğinde yapılan stereotaktik mikrocerrahi rezeksiyon güvenli ve etkili bir yöntemdir. Bu yöntem özellikle küçük ve benign kraniyal lezyonlarla serebral metastazların rezeksiyonunda yararlıdır.
Objective: Stereotactic microsurgical techniques not only allow for the precise localization and resection of lesions in critical areas of cortex or deep within the brain, they also minimize operative exposure to the surrounding tissues as well. This study presents our experience with CT-guided stereotactic microsurgical resection of cerebral lesions using the Leksell frame.
Material and Methods: A total of 42 patients undergoing stereotactic microsurgical resection of cerebral lesions guided by computerized tomography between June 2000 and September 2017 were included. Clinical, radiological, histological and follow-up data were retrospectively evaluated. Pre- and post-operative general status of the patient was assessed by Karnofsky Performance Scale (KPS).
Results: Except for the subjects with high-grade gliomas, complete resection could be accomplished in all cases. Of the 24 cases with convulsions, a complete cessation was attained in 20 and a decrease in the number and frequency of epileptic attacks was noted in 4 cases. Overall, 20 patients had no change in the KPS score, while 28 patients had increased and two had decreased KPS scores. No postoperative mortality occurred.
Conclusions: CT-guided stereotactic microsurgical craniotomy is a safe, reliable and effective technique, which is particularly useful for the surgical treatment of small, benign cranial lesions and cerebral metastases

REVIEW
10.Wide Band Acoustic İmmitancemetry
Birgül Gümüş, Merve Torun Topçu
doi: 10.5222/MMJ.2018.98475  Pages 126 - 131
Akustik İmmitansmetri dış kulak kanalından verilen saf sesin kulak zarından yansıdıktan sonra kaydedilmesiyle oluşur, böylece orta kulağın durumu hakkında objektif bilgiler elde edilmektedir. Kliniklerde genellikle geleneksel immitansmetri olarak adlandırılan 226 Hz ve 1000 Hz immitansmetri kullanılmaktadır fakat bu yöntem orta kulağın durumu ile ilgili bilgi sağlamada yeterli olmamaktadır. Geniş Bant Timpanometride (GBT), dış kulak kanalından geniş bir frekans aralığını (226-8000Hz) kapsayan klik uyaran verilerek ölçüm yapılmaktadır. Bu sırada orta kulaktan yansıyan ve absorbe edilen ses ölçülmektedir. Orta kulaktan yansıyan ses Reflektans, orta kulak tarafından soğurulan ses Absorbans olarak tanımlanır. Bu çalışmanın amacı geniş bant timpanometrinin geleneksel timpanometriye göre üstün yönleri ve farklılıklarını açıklamaktır.
Acoustic Immitancemetry consists of recording the reflected pure tone sound from the eardrum sent which was delivered from the probe at the outer ear canal, it provides objective information about the condition of the middle ear. Traditional 226 Hz and 1000 Hz
tympanometries are usually used in clinics but it’s not enough to identify middle ear disorders. Wideband Tympanometry (WBT) uses a click stimulus that contains a wide frequency range (226-8000 Hz). WBT measures sounds that are reflected back from the middle ear and absorbed by the middle ear. The sound that is reflected back from the middle ear is called reflectance, the sound that is absorbed by the middle ear is called absorbance. It is the purpose of this study to explain the superiority of WBT and its differences from traditional tympanometry

CASE REPORTS
11.Peak Plasma Blade and Coblation Adenotonsillectomy: Report Of 2 Cases and Literature Review
Darshini Nagarajah, Vengatesh Rao Appannan, Norhafiza Mat Lazim, Baharudin Abdullah
doi: 10.5222/MMJ.2018.12844  Pages 132 - 135
Adenotonsillectomy is one of the most frequently performed surgeries by otorhinolaryngologists worldwide. Coblation and PEAK surgery system are new technique of surgery that revolutionizes the way surgery is performed today. We report our experience of two patients being treated with the combined techniques of adenotonsillectomy using both coblation and PEAK plasma blade technology.

12.Renal Artery Embolism On The Contralateral Kidney After A Radical Nephrectomy
Abdullah Gul, Serhat Yentur, Mesut Ozgokce
doi: 10.5222/MMJ.2018.25902  Pages 136 - 139
Renal arter tıkanıklığına, çoğunlukla uzak bölgelerdeki vasküler sistemden renal artere gelen tromboemboli neden olur. Hiperhomosisteinemi, kalıtımsal hiperkoagülopati nedenlerinden birisidir. Arteriyel tromboz vakalarında, etyolojiyi ortaya çıkarmak için hiperkoagülopati tarama testlerinin gerekliliği hala tartışmalıdır. Ameliyat sonrası anüri gelişen hastalarda renal arteriyel tromboemboli akla gelmeli ve renovasküler görüntüleme sonrası anjiografik trombolitik tedavi acilen uygulanmalıdır. Sol açık radikal nefrektomi sonrası karşı böbrekte hiperhomosisteinemiye bağlı renal arter embolisi gelişen 54 yaşında bayan hasta sunmaktayız.
Renal artery occlusion results commonly from thromboembolism to renal artery from distant vascular system. Hyperhomocysteinemia is one of the hereditary hypercoagulability reasons. In order to elicit ethiology in the cases of arterial thrombosis, necessity of hypercoagulopathy screening tests is still controversial. Diagnosis of renal artery thromboembolism should be remembered in the patients who develop postoperative anuria and renal angiographic intervention must be performed immediately for thrombolytic therapy after renovascular imaging. We report a case of a 54-year-old woman with renal artery embolism on the contralateral kidney due to hyperhomocysteinemia after an open left radical nephrectomy.

13.Successful management of subdural intracranial empyema linked with cerebral abscess as a consequence of pansinusitis
Fahrudin Alic, Aldin Jusic, Hakija Beculic, Nedim Barucija, Enisa Ibrahimagic;suljic
doi: 10.5222/MMJ.2018.46873  Pages 140 - 143
This paper reports an unusual case of successful neurosurgical and medical management of subdural empyema combined with cerebral abscess verified by clinical and neuroradiological criteria. It proves that if there is improvement in clinical-neurological condition patient can be discharged after intensive and continuous parenteral antibiotic therapy (1,5-2 months) followed with peroral antibiotic therapy (approx. 1 months) even if the CT abnormalities still persist i.e. CT improvement may lag behind clinical improvement.

14.Leukoencephalopathy after “chasing the dragon” of synthetic cannabinoid (bonsai) abuse: Case report and review of the literature
Betül Özdilek, Tuğce Toptan, Gülay Kenangil, Mustafa Ülker, Füsun Mayda Domaç
doi: 10.5222/MMJ.2018.93709  Pages 144 - 148
Üç yıldır sentetik kannabinoid içeren bonzai adlı maddeyi kötüye kullanan 17 yaşında erkek ergen, hastaneye maddeyi buhar ile içine çekme sonrası gelişen akut piramidal, ekstrapiramidal, serebellar sistem ve nörodavranışsal bozuklukla başlayıp hızlıca akinetik mutizme ilerleyen durum nedeniyle ambulans ile başvurdu. Yapılan kraniyal manyetik rezonans görüntülemede toksik lökoensefalopati ile benzer bulgular saptandı. Bonzai kullanımı inanılmaz düşük fiyat ve kolay ulaşılabilirlik nedeniyle gelişmekte olan bizim gibi ülkelerde özellikle çocuklarda ve genç erişkinlerde çok sıklaşmaktadır.
A 17-year-old male, who had abused bonsai consisting of synthetic cannabinoids for three years, admitted to the hospital by ambulance after vapor inhalation -“chasing the dragon”- of bonsai on the day of symptom onset and presented with acute pyramidal, extrapyramidal, cerebellar system signs and neurobehavioral changes, which rapidly progressed to akinetic mutism. His cranial magnetic resonance imaging findings were similar to those of toxic leukoencephalopathy. We emphasize that the use of bonsai is becoming increasingly common in developing countries, mainly among children and young adults, as a result of incredibly low price and availability.




 

  © 2024 MEDJ