Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 37 (3)
Volume: 37  Issue: 3 - 2022
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Pages I - XII

ORIGINAL ARTICLE
2.Prognositc Significance of Microcystic Elongated and Fragmanted (MELF) Myometrial Invasion Pattern: A Retrospective Study
Oguzhan OKCU, Gokce ASKAN, Bayram SEN, Cigdem OZTURK, Seda DUMAN OZTURK, Gulname FINDIK GUVENDI
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.40336  Pages 212 - 219
Amaç: Endometrioid endometriyal karsinomlar (EEK) kadın genital sistemin en sık karşılaşılan maligniteleridir. Myometrium invazyon derinliği en önemli patolojik prognostik parametrelerden birisidir. Farklı morfolojik invazyon paternleri tanımlanmıştır. Biz çalışmamızda EEk olgularında mikrokistik elonge fragmante (MELF) myometirum invazyon paterninin prognostik önemini ve klinikopatolojik parametrelerle ilişkisini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: 2011-2020 yılları arasında kurumumuzda EEK tanısı alan 101 hasta çalışmaya dahil edildi. Hematoksilen eozin kesitlerde MELF paterni değerlendirildi. Lenf nodu metastazı izlenmeyen olgularda lenf nodu bloklarına pan-sitokeratin uygulandı.
Bulgular: Yirmi dokuz hastada (%29,8) MELF paterni izlendi. MELF paterni lenfovasküler invazyon (p<0,001), patolojik evre (p=0,048), infiltratif patern (p<0,001), ve nekroz (p=0,005) ile anlamlı ilişkili izlendi. Genel ve hastalıksız sağkalımda MELF paterni istatistiksel olarak anlamlı ilişkili izlenmedi.
Sonuçlar: MELF paterni diğer prognostik parametrelerle ilişkili olup tek başına prognostik önemi saptanmamıştır. Ancak ilk cerrahi sırasında lenf nodu diseksiyonu yapılmayan EEK hastalarında histerektomi materyalinde MELF paterni saptanması durumunda yüksek lenfovasküler invazyon ve lenf nodu metastaz riski nedeniyle ek cerrahi işlem ya da adjuvan terapi kararında MELF paterni varlığının dikkate alınması gerektiğine inanıyoruz.
Objective: Endometrioid endometrial carcinomas (EEC) are the most commonly diagnosed malignancies of the female genital tract. Myometrial invasion depth is one of the most significant pathological prognostic parameters. Different morphological invasion patterns have been characterized. This study aimed to investigate the prognostic significance of the microcystic elongated and fragmented (MELF) myometrium invasion pattern in patients with EEC and its relationship with other clinicopathological parameters.
Methods: This study included 101 patients with EEC in our institution between 2011 and 2020. The MELF pattern was evaluated in hematoxylin-eosin-stained sections. Pan-cytokeratin staining was performed on paraffin-embedded blocks of lymph nodes for cases without lymph node metastasis.
Results: The MELF pattern was observed in 29 (29.8%) patients. It was significantly associated with lymphovascular invasion (p<0.001), pathologic stage (p=0.048), infiltrative pattern (p<0.001), and necrosis (p=0.005). No significant correlation was observed between the MELF pattern and overall and disease-free survival rates.
Conclusions: The MELF pattern is associated with other prognostic parameters, but its prognostic significance for survival has not been found. If the MELF pattern is observed in the hysterectomy material for cases without lymph node dissection during the first surgery, these patients may need additional surgery or adjuvant therapy due to the high risk of lymphovascular invasion and lymph node metastasis.

3.Comparison of Cardiac Wall Thicknesses and Coronary Artery Obstructions Between Deaths Resulting From Acute Myocardial Infarction and Deaths From Other Causes
Ismail ALTIN, Mucahit ORUC, Osman CELBIS, Emine TURKMEN SAMDANCI
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.54030  Pages 220 - 225
Amaç: Akut miyokard enfarktüsünde (MI) risk faktörleri 3 kategoriye ayrılır. Değiştirilemeyen risk faktörleri, değiştirilebilir risk faktörleri ve yaşam tarzı ile ortaya çıkabilen risk faktörleridir. Bu çalışmada kalbin duvar kalınlıkları ve koroner arter tıkanıklıklarının akut MI üzerinde bir etkisinin olup olmadığı araştırılmıştır.
Yöntemler: Retrospektif olarak yapılan çalışmada otopsilerin patolojik incelemesinde akut MI tanısı almış 28 olgu ile ölüm nedeni kalp hastalığı olmayan ve kalp patolojisi tespit edilmeyen 28 olgu seçildi. İki grup oluşturuldu. Ağırlık, boy, vücut kitle indeksi ve yaş iki grup için de yakın olacak şekilde yapıldı. Sol ve sağ ventrikül duvar kalınlıkları ve sirkumfleks, ön inen, sağ ve sol koroner damaraların tıkanıklık dereceleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Sol ventrikül duvar kalınlığı akut MI grubunda ortalama 1,461±0,2767, kontrol grubunda ise 1,386±0,2460 olup istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,289). Koroner arter tıkanıklıklarının derecelerinin de iki grup arasında farklı idi ve bu farkta istatistiksel olarak anlamlıydı.
Sonuçlar: Kalbin duvar kalınlıkları ortalamaları, akut MI olgularında daha yüksek olsa da gruplar arasında anlamlı istatistiksel fark saptanmamıştır.
Objective: The risk factors for myocardial infarction (MI) can be separated into three general categories: non-modifiable factors, modifiable risk factors, and lifestyle. This study aimed to investigate whether or not there was any effect of cardiac wall thickness and coronary artery obstructions on acute MI.
Methods: In this retrospective study of histopathological examinations of autopsies, two groups were formed. The first contained 28 cases diagnosed with acute MI and the second 28 cases with no heart pathology and the cause of death was reasons other than heart disease. The subjects in the two groups were similar in age, height, weight, and body mass index. The groups were compared in terms of the left and right ventricular wall thicknesses and the degree of obstruction of the right, left, anterior descending, and circumflex coronary arteries.
Results: The mean left ventricular wall thickness was 1.461±0.2767 cm in the acute MI group and 1.386±0.2460 cm in the control group, with no statistically significant difference found between the two groups (p=0.289). A statistically significant difference in the degree of obstruction of the coronary arteries was found between the groups.
Conclusions: Although the mean cardiac wall thickness was greater in the acute MI cases, no statistically significant difference was found between the two groups.

4.The Effect of Maternal Age on the Incidence of Major Malformations and Operations in Children with Down Syndrome
Elif YILMAZ GULEC, Alper GEZDIRICI
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.09086  Pages 226 - 233
Amaç: Down sendromlu çocuklarda majör malformasyon ve düzeltici cerrahi insidansı yüksektir. Bazı olgular birden fazla endikasyon için ameliyat olurken, bazı hastalar ameliyat gerektiren bir sorun yaşamaz. Anne yaşının artması Down sendromlu çocuk doğurmak için bilinen bir risk faktörüdür, ancak anne yaşının bu çocukların fenotipi üzerindeki etkisini araştıran fazla çalışma yoktur. Çalışmamızda Down sendromlu çocuklarda majör malformasyon ameliyatlarının insidansını ve doğumdaki anne yaşı ile ilişkisini araştırmayı amaçladık.
Yöntemler: Down Sendromlu 218 çocuğun dosyalarını, doğumdaki anne yaşı ve cerrahi müdahaleler açısından retrospektif taradık.
Bulgular: En az bir ameliyat geçiren çocuk sayısı 84, insidansı %38,5 idi. Çocukların 49’u kalp ameliyatı, 16’sı gastrointestinal, 17’si baş boyun bölgesi, 12’si göz, 12’si genitoüriner, 5’i fıtık ve 2’si ortopedik ameliyat geçirdi. Ortalama anne yaşı 32,7 (minimum: 15, maksimum: 44) idi ve opere olan ve olmayan gruplar arasında ortalama anne yaşı açısından anlamlı fark yoktu (sırasıyla 32,41 ve 32,93, p=0,89). Anne yaşı 35 ve üzeri olan ve 35 yaş altı olan gruplar arasında herhangi bir ameliyat türü açısından anlamlı fark bulunmadı.
Sonuçlar: Down sendromlu çocuklarda en sık yapılan operasyonlar kalp, gastrointestinal ve baş boyun bölgesi operasyonlarıdır. Doğumda anne yaşının Down sendromunda malformasyon insidansı ve operasyon olasılığı üzerine etkisi izlenmemektedir.
Objective: Children with Down syndrome have a high incidence of major malformations and corrective surgery. Some patients do not need any surgery, while some cases are operated for several indications. There are few studies investigating the effect of maternal age on the phenotype of these children, despite the fact that increasing maternal age is a known risk factor for giving birth to Down syndrome. We aimed to investigate the incidence of surgery for major malformations and disorders in children with Down syndrome and its relationship with maternal age at birth.
Methods: We revised the records of 218 children with Down syndrome for maternal age at birth and for surgical interventions.
Results: There were 84 children who had at least one operation with 38.5% incidence. A total of 49 children had cardiac surgery, 16 had gastrointestinal, 17 had head and neck area, 12 had ophthalmological, 12 had genitourinary, 5 had hernia, and 2 had orthopedic surgeries. The mean maternal age was 32.7 (minimum: 15; maximum: 44), and there was no significant difference between operated and non-operated groups for mean maternal ages (32.41 and 32.93, respectively; p=0.89). For any type of surgery, there was no significant difference between the groups with maternal ages 35 and over and those under 35.
Conclusions: Maternal age at birth has no effect on the incidence of malformations and the probability of operation in Down syndrome.

5.Prevalence of Malnutrition According to the Global Leadership Initiative on Malnutrition Criteria in Community-dwelling Older Adults in Turkey
Filiz DEMIRDAG, Esma Nur KOLBASI, Ozlem PEHLIVAN
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.14377  Pages 234 - 239
Amaç: Bu çalışmada amaç, Türkiye’de toplumda yaşayan yaşlılarda Malnütrisyonda Küresel Liderlik Girişimi (GLIM) kriterlerine göre malnütrisyon prevalansını araştırmaktır.
Yöntemler: Malnütrisyon, GLIM kriterlerine göre değerlendirildi ve tarama için Mini-Nutrisyonel Değerlendirme-Kısa Formu kullanıldı. Malnütrisyonun şiddeti GLIM fenotipik kriterlerine göre şiddetli veya orta olarak belirlendi.
Bulgular: Bu çalışmaya 569 (%69 kadın, ortalama yaş 74,42±6,58 yıl) toplum içinde yaşayan yaşlı katıldı. Katılımcıların eğitim durumu %17,2 okur-yazar değil, %13,3 okur-yazar iken; %35,3 ilkokul, %7,0 ortaokul, %11,1 lise ve %16,2 üniversite mezunu şeklindeydi. Katılımcıların %16,4’ü yalnız yaşarken; %43,9’u eşiyle birlikte yaşamaktaydı. Popülasyonun geri kalanı geniş aileleriyle yaşıyordu. GLIM kriterlerine göre bireylerin %24,5’inde (n=139) malnütrisyon vardı. Tüm katılımcıların %13,9’u şiddetli malnütrisyona sahipti. Yaş, malnütrisyonla anlamlı şekilde ilişkiliydi [olasılık oranı: 1,064, %95 güven aralığı (CI): 1,034-1,096, p<0,0001]. Cinsiyet (p=0,207), farklı eğitim grupları (p=0,323) ve yaşam durumu (p=0,434) arasında malnütrisyon açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Bununla birlikte, kadınlarda erkeklere kıyasla malnütrisyon oranı daha yüksekti (%26,0’a karşı %21,0) (risk oranı: 0,757, %95 CI: 0,494-1,160, p=0,207).
Sonuçlar: Sonuç olarak, toplumda yaşayan yaşlılarda malnütrisyon prevalansı %24,5 iken şiddetli malnütrisyon oranı %13,9 idi. Kadın cinsiyette malnütrisyon daha yüksekti. Ek olarak, yaş malnütrisyon ile ilişkiliydi. Araştırmacılara ve klinisyenlere, malnütrisyon değerlendirmesinde ortak bir dil oluşturmak için GLIM kriterlerini uygulamalarına entegre etmelerini öneririz.
Objective: This study aimed to investigate the prevalence of malnutrition according to the Global Leadership Initiative on Malnutrition (GLIM) criteria in community-dwelling older adults in Turkey.
Methods: Malnutrition was assessed based on the GLIM criteria, and Mini-Nutritional Assessment-Short Form was used for screening. The severity of malnutrition was determined as severe or moderate based on the phenotypic criteria of GLIM.
Results: Five hundred sixty-nine (69% female, mean age 74.42±6.58 years) community-dwelling older adults participated in this study. The educational statuses of the participants were as follows: 17.2%, illiterate; 13.3%, literate; 35.3%, primary school; 7.0%, secondary school; 11.1%, high school; and 16.2%, university graduates. Among the participants, 16.4% were living alone, whereas 43.9% of them were living with their spouses. The rest were living with their extended families. According to the GLIM criteria, 24.5% (n=139) of the participants had malnutrition, and 13.9% of the total population had severe malnutrition. Age was significantly associated with malnutrition [odds ratio 1.064, 95% confidence interval (CI) 1.034-1.096, p<0.0001]. No significant difference was found between genders (p=0.207), education groups (p=0.323), and living status (p=0.434) in terms of malnutrition. However, women had higher malnutrition rates than men (26.0% vs. 21.0%) (risk ratio 0.757, 95% CI 0.494-1.160, p=0.207).
Conclusions: The prevalence of malnutrition was 24.5%, whereas the rate of severe malnutrition was 13.9% in community-dwelling older adults. Women had higher rates of malnutrition, and age was associated with malnutrition. We recommend for researchers and clinicians to integrate the GLIM criteria into their practices to create a common language in malnutrition assessment.

6.Effects of Fish Oil (SMOFlipid®) and Olive Oil Lipid (ClinOleic®) on Neonatal Morbidities in Preterm Infants
Fatih KILICBAY, Aslı KESKIN, Ayla GUNLEMEZ
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.83548  Pages 240 - 247
Amaç: Uzun süreli total parenteral beslenme (TPN), erken doğan yenidoğanların kritik bir gelişim aşamasında optimal beslenmeyi sağlamaları için çok önemlidir. Morbiditeleri azaltmak için TPN çözümlerini optimize etmeye ihtiyaç vardır. Bu çalışma, zeytinyağı (ClinOleic®) ve balık yağı (SMOFlipid®) tedavilerinin neonatal morbidite sıklıkları üzerine etkilerini araştırmayı amaçlamıştır.
Yöntemler: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatan ve en az 14 gün total parenteral beslenme alan prematüre yenidoğanlar çalışmaya dahil edildi. Hastaneye yatırılan ve zeytinyağı bazlı lipid (ClinOleic®) verilen yenidoğanlar zeytinyağı grubuna, hastaneye yatırılan ve multi-lipid içeren omega 3 (SMOFlipid®) verilen yenidoğanlar SMOF lipid grubuna alındı.
Bulgular: Bu çalışmaya toplam 222 çok düşük doğum ağırlıklı prematüre yenidoğan kaydedildi. Zeytinyağı tedavisi gören yenidoğanlarda emzirme oranı diğer gruba göre anlamlı derecede düşüktü (p<0,05). Zeytinyağı tedavisi alan yenidoğanlarda nekrotizan enterokolit (NEK) oranı diğer gruba göre anlamlı derecede yüksekti. SMOFlipid grubu alan yenidoğanlarda bronkopulmoner displazi (BPD) oranı zeytinyağı tedavisi alan yenidoğanlara göre daha düşüktü (p<0,05).
Sonuçlar: Balık yağı grubunda BPD ve NEK oranlarımız daha düşük bulundu. Bu durumda balık yağı tedavisi BPD ve NEK gelişimine karşı koruyucu olabilir. Bunun kullanılan lipid tedavisinin sonucundan mı yoksa anne sütünün etkisinden mi kaynaklandığını belirlemek için ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Total parenteral nutrition (TPN) is very important for providing optimal nutrition during the critical developmental period of preterm newborns. Thus, there is a need to optimize TPN solutions to reduce morbidities. This study aimed to examine the effects of olive oil (ClinOleic®) and fish oil (SMOFlipid®) therapies on the frequencies of neonatal morbidities.
Methods: Premature newborns hospitalized in the neonatal intensive care unit and receiving TPN for at least 14 days were included in the study. Newborns who were hospitalized and received olive oil-based lipid (ClinOleic®) were included in the olive oil group, and those who received omega-3 containing multi-lipid (SMOFlipid®) were included in the SMOFlipid group.
Results: This study enrolled a total of 222 very-low-birth-weight premature newborns. The breastfeeding rate in the olive oil group was significantly lower than that in the SMOFlipid group (p<0.05). The rate of necrotizing entercolitis (NEC) in the olive oil group was significantly higher than that in the SMOFlipid group (p<0.05). The rate of bronchopulmonary dysplasia (BPD) in the SMOFlipid group was lower than that in the olive oil group (p<0.05).
Conclusions: The rates of BPD and NEC were lower in the fish oil group. In this situation, fish oil therapy may provide protection against the development of BPD and NEC. Prospective studies are needed to determine whether this is caused by lipid therapy or an effect of breast milk.

7.Caregivers’ Preferences of COVID-19 Vaccination for Children: A Cross-sectional Study From Rural South India
U.C SAMUDYATHA, Bhavyashree BALAJI, Meghna SINGH, Megha GOWDA
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.27096  Pages 248 - 254
Amaç: Bu çalışma, bakıcıların çocuklar için koronavirüs hastalığı-2019 (COVİD-19) aşılamasına ilişkin algı ve tercihlerini belgelemeyi amaçlamıştır.
Yöntemler: Bu kesitsel çalışmada, Şubat-Mart 2022 tarihleri arasında kırsal bir bölgedeki hastaneye başvuran 347 çocuğun (1-18 yaş arası) 272 bakıcısı incelendi.
Bulgular: Aşı kabul oranı yüksekti (%93,4). Yan etki korkusu aşılatmamanın en yaygın nedeni olmasına rağmen, çocukları aşılatmak isteyen bakıcıların yüksek bir oranı yan etkilerle ilgili soruları netleştirmek için sağlık personeline danışmıştır. Devlet hastaneleri gibi çocukların daha önce rutin aşı (RI) oldukları tanıdık aşılama yerleri ve aşıların tüm iş günlerinde ücretsiz olarak sunulduğu Anganwadis (topluluk temelli çocuk bakım merkezleri) ve ardından okullar COVİD-19 aşısı için en çok tercih edilen yerlerdi. Bakıcıların sadece %5,5’i özel hastaneleri tercih ettiler. Kronik hasta ve okula gitmeyen çocukların evde aşılanması istendi. Yaşa göre RI, aşılatma isteği ile ilişkilendirildi. COVİD-19’dan korunmaya ek olarak, aşılatmaya istekli ebeveynlerin diğer tercih nedenleri çocukların aşı sonrası okula, eğlenceye ve seyahate devam edebilmeleriydi.
Sonuçlar: Okula gitmeyen çocuklar, IR’de bırakılan veya gözden kaçan çocuklar ve kronik hastalığı olan çocuklar COVİD-19 aşısı açısından dışlanma riski altında olabilirler ve yetişkinlerde olduğu gibi evde aşılama hizmetleri genişletilerek dahil edilebilirler. Medya katılımı ve iletişim ile, yan etki korkusu gibi sorunlar ele alınıp, aşılamanın ek faydaları teşvik edilebilir.
Objective: This study aimed to document caregivers’ perceptions and preferences regarding coronavirus disease-19 (COVID-19) vaccination among children.
Methods: This cross-sectional study analyzed 272 caregivers with 347 children (aged 1-18 years) attending a subdistrict rural hospital in February-March 2022.
Results: Vaccine acceptance was high (93.4%). Although fear of side effects was the most common reason not to vaccinate, a higher proportion of caregivers willing to vaccinate children had consulted healthcare personnel to clarify queries related to side effects. Familiar vaccination sites, where children had previously received routine immunization (RI), such as government hospitals, and Anganwadis (community-based childcare centers) where vaccines were available free of cost on all working days, were the most preferred for COVID-19 vaccination, followed by schools. Only 5.5% of the caregivers preferred private hospitals. Vaccination at home was desired for chronically ill and out-of-school children. RI as per age was associated with the willingness to vaccinate. In addition to protection from COVID-19, other benefits identified by willing parents were being able to attend schools, recreation, and travel.
Conclusions: Out-of-school children, children left or missed out in RI, and children with chronic illness can be at risk of being left out for COVID-19 vaccination and can be included by expanding vaccination services house-to-house as in adults. Media engagement and communication must be interactive to address issues, such as fear of side effects, and promote additional benefits of vaccination.

8.Machine Learning-based Prediction of HBV-related Hepatocellular Carcinoma and Detection of Key Candidate Biomarkers
Zeynep KUCUKAKCALI, Sami AKBULUT, Cemil COLAK
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.39049  Pages 255 - 263
Amaç: Bu çalışma, makine öğrenmesi yöntemlerinden XGBoost yöntemi kullanılarak hepatit B virüsü ilişkili hepatosellüler karsinom (HBV + HCC) ve HCC’siz kronik HBV (tek başına HBV) olan hastaların açık erişimli gen ekspresyon verilerini sınıflandırmayı ve HCC’ye neden olabilecek önemli genleri ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
Yöntemler: Bu olgu-kontrol çalışmasında, yalnızca HBV + HCC ve HBV’li hastaların açık erişimli gen ekspresyonu verileri kullanılmıştır. Bu amaçla, çalışmaya HBV + HCC’li 17 hastadan ve tek başına HBV’li 36 hastadan alınan veriler dahil edildi. Sınıflandırma için on katlı çapraz geçerlilik yoluyla XGBoost modeli oluşturuldu. Model performansı için doğruluk, dengelenmiş doğruluk, duyarlılık, seçicilik, pozitif tahmin değeri, negatif tahmin değeri ve F1 skor performans metrikleri değerlendirildi.
Bulgular: Özellik seçim yöntemine göre 18 gen seçilmiş ve bu girdi değişkenleri ile modelleme yapılmıştır. XGBoost modelinden elde edilen doğruluk, dengelenmiş doğruluk, duyarlılık, özgüllük, pozitif prediktif değer, negatif prediktif değer ve F1 skoru sırasıyla %98,1, %98,6, %100, %97,2, %94,4, %100 ve %97,1 idi. XGBoost’tan elde edilen değişken önemliliği değerlerine göre, RNF26, FLJ10233, ACBD6, RBM12, PFAS, H3C11 ve GKP5 genleri, HBV ile ilişkili HCC için potansiyel biyobelirteçler olarak kullanılabilir.
Sonuçlar: Araştırma sonucunda, makine öğrenmesi temelli tahmin yaklaşımı ile HBV ile ilişkili HCC için olası biyobelirteç olabilecek genler belirlendi. Elde edilen genlerin güvenilirliği sonraki araştırmalarda klinik olarak doğrulandıktan sonra, bu genlere dayalı olarak terapötik prosedürler oluşturulabilir ve bunların klinik pratikteki yararları belgelenebilir.
Objective: This study aimed to classify open-access gene expression data of patients with hepatitis B virus-related hepatocellular carcinoma (HBV + HCC) and chronic HBV without HCC (HBV alone) using the XGBoost method, one of the machine learning methods, and reveal important genes that may cause HCC.
Methods: This case-control study used the open-access gene expression data of patients with HBV + HCC and HBV alone. Data from 17 patients with HBV + HCC and 36 patients with HBV were included. XGBoost was constructed for the classification via 10-fold cross-validation. Accuracy, balanced accuracy, sensitivity, selectivity, positive-predictive value, and negative-predictive value performance metrics were evaluated for model performance.
Results: According to the feature-selection method, 18 genes were selected, and modeling was performed with these input variables. Accuracy, balanced accuracy, sensitivity, specificity, positive-predictive value, negative-predictive value, and F1 score obtained from XGBoost model were 98.1%, 98.6%, 100%, 97.2%, 94.4%, 100%, and 97.1%, respectively. Based on the predictor importance findings acquired from XGBoost, the RNF26, FLJ10233, ACBD6, RBM12, PFAS, H3C11, and GKP5 can be employed as potential biomarkers of HBV-related HCC.
Conclusions: In this study, genes that may be possible biomarkers of HBV-related HCC were determined using a machine learning-based prediction approach. After the reliability of the obtained genes are clinically verified in subsequent research, therapeutic procedures can be established based on these genes, and their usefulness in clinical practice may be documented.

9.How Abdominal Irrigation During Cesarean Delivery Affects Gastrointestinal Functions and Short-term Maternal Morbidities: A Randomized Controlled Study
Canan SATIR OZEL, Zelal Rojda GUNGORDU, Nisan Helin DONMEZ, Ergul DEMIRCIVI, Oguz Devrim YARDIMCI, Abdulkadir Turgut
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.72437  Pages 264 - 269
Amaç: Bu çalışmada, genel anestezi altında sezaryen uygulanan hastalarda intraabdominal salin ile irrigasyonun postoperatif gastrointestinal fonksiyonlar ve kısa dönem komplikasyonlar üzerindeki etkinliği araştırıldı.
Yöntemler: Bu prospektif randomize klinik çalışmaya Mart 2022 ile Mayıs 2022 arasında elektif sezaryen operasyonu geçiren 60 hasta dahil edildi. Katılımcılar iki gruba ayrıldı; abdominal irrigasyon (n=30) ve kontrol grubu (n=30). Katılımcılara standart sezaryen prosedürü uygulandı ve genel anestezi tercih edildi. Hastalar operasyon sonrasında bulantı, kusma, ağrı skorlaması ve gaz gaita deşarj süresi açısından sorgulandı.
Bulgular: Her iki grup arasında istatistiksel fark bulunmamakla birlikte (p>0,05), irrigasyon yapılan grupta gaz ve gaita çıkışı üzerinden incelenen bağırsak fonksiyonlarının süre olarak daha kısa zamanda geri döndüğü görülmüştür (19,53 ve 34,63’e ile 16,73 ve 33,7). İki grup karşılaştırıldığında, vizüel analog skala (VAS) 4-6 skoru hariç, postoperatif VAS skorları iki grupta benzer sonuçlanmıştır. Postoperatif dönemde kusma şikayeti kontrol hastalarında daha yaygın görülmüş olmakla birlikte; iki grup istatistiksel olarak karşılaştırıldığında postoperatif kusma, bulantı ve antiemetik ihtiyacı açısından anlamlı fark bulunamamıştır (p>0,05).
Sonuçlar: Operasyon sırasında batın yıkamanın gastrointestinal fonksiyonları ve kısa dönem maternal morbidite üzerine etkisi olmadığını ve ek fayda sağlamadığını tespit ettik.
Objective: This study aimed to investigate the effectiveness of intraabdominal irrigation with saline on postoperative gastrointestinal functions and short-term complications in patients who underwent cesarean section under general anesthesia.
Methods: This prospective randomized controlled clinical trial was conducted between March 2022 and May 2022 and included 60 patients who underwent elective cesarean. The participants were randomized into two groups: abdominal irrigation (n=30) and control group (n=30). Participants undergo a standard cesarean procedure, and general anesthesia was preferred. The patients were questioned regarding nausea, vomiting, highest pain scores, time of flatus, and stool passage during the postoperative period.
Results: Although no significant differences were found between the two groups (p>0.05), the return of bowel functions, i.e., passage of flatus and stool, occurred in a shorter period in the irrigation group (19.53 and 34.63 versus 16.73 and 33.7). The postoperative visual analog scale (VAS) scores of the two groups were comparable; VAS score of 4-6 was the sole difference when comparing both groups. Although postoperative vomiting was more common in the control group, no significant difference in postoperative vomiting, postoperative nausea, and postoperative antiemetic need was found between the two groups (p>0.05).
Conclusions: The results revealed that intraoperative abdominal irrigation did not affect gastrointestinal functions and short-term maternal morbidity and did not provide additional benefits.

10.Clinicopathological Features of Cutaneous Findings of SARS-CoV-2 Infection
Bengu COBANOGLU, Filiz CEBECI, Mustafa SIMSEK, Seyma OZKANLI
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.05046  Pages 270 - 276
Amaç: Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs-2 olarak adlandırılan patojen hızla yayılarak pandemiye yol açmıştır. Bilindiği gibi koronavirüs hastalığı-2019 (COVİD-19), deri de dahil olmak üzere farklı organ sistemlerini etkileyebilir. Son zamanlarda, farklı klinikopatolojik özelliklere sahip deri lezyonları olan COVİD-19 olguları yayınlanmıştır. Burada sunulan makalenin amacı deri bulguları olan 19 COVİD-19 pozitif olgunun histopatolojik özelliklerini sunmak ve literatür ışığında tartışmaktır.
Yöntemler: COVİD-19 enfeksiyonu sırasında deri döküntüsü olan 19 hastanın deri biyopsisi örnekleri histopatolojik ve klinik olarak değerlendirildi.
Bulgular: COVİD-19 ile enfekte sekiz kadın, yedi erkek ve dört çocuk hastada gelişen döküntülerin klinik belirtileri; ürtiker/ürtikeryal vaskülit (n=7), makülopapüler döküntü (n=7), pannikülit (n=2), purpurik döküntü (n=2) liveoid benzeri paterndeydi. Histopatolojik olarak enflamatuvar bulguların yanı sıra en çarpıcı özellik, hemen bütün olgularda damarların az ya da çok etkilenmiş olmasıydı.
Sonuçlar: COVİD-19 ile ilişkili deri lezyonları giderek daha fazla rapor edilmektedir. Pek çok bilinmeyeni olan bu hastalık hakkında sunulan her bilginin ileride yapılacak araştırmalara ışık tutacağına inanıyoruz. Her olgu bize yeni bir yol gösterebilir.
Objective: In December 2019, severe acute respiratory syndrome coronavirus-2, which emerged in Wuhan, China, spread rapidly and created a pandemic. Coronavirus disease-2019 (COVID-19) can affect different organ systems, including the skin. Recently, COVID-19 cases with skin lesions of different clinicopathological features have been published. This study aimed to present the histopathological features of 19 COVID-19 cases with cutaneous findings and discuss them in light of the literature.
Methods: Skin biopsy specimens of 19 patients with skin rashes associated with COVID-19 were evaluated histopathologically and clinically.
Results: Clinical manifestations of rashes developed in eight female, seven male, and four pediatric patients with COVID-19. Urticaria/urticarial vasculitis (n=7), maculopapular eruption (n=7), panniculitis (n=2), purpuric eruptions (n=2), and livedoid-like lesions were noted. Histopathologically, besides the inflammatory findings, the most striking feature was that the vessels were more or less affected in almost all cases.
Conclusions: Cutaneous lesions associated with COVID-19 are increasingly being reported. We believe that every data presented about this disease, which has many unknowns, will shed light on future research. Every case can lead us a new way.

11.Radiomics Features Based on MRI-ADC Maps of Patients with Breast Cancer: Relationship with Lesion Size, Features Stability, and Model Accuracy
Begumhan BAYSAL, Hakan BAYSAL, Mehmet Bilgin ESER, Mahmut Bilal DOGAN, Orhan ALIMOGLU
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.70094  Pages 277 - 288
Amaç: Manyetik rezonans görüntülemede görünür difüzyon katsayısı (ADC) radyomiks verilerine dayalı sinir ağları ile meme kanseri moleküler alt tiplerini tahmin etmek ve lezyon boyutunun radyomiks özelliklerin stabilitesi ile ilişkisini saptamaktır.
Yöntemler: Bu retrospektif çalışma, Ocak 2015 ile Ocak 2020 tarihleri arasında görüntüleme yapılan meme kanserli hasta kohortunu (n=221, 224 lezyon) içermektedir. Lezyon boyutu ile radyomiks özelliklerinin stabilitesi arasındaki ilişkiyi incelemek için, tümör boyutuna dayalı (deney 1: tüm durumlar, deney 2: >1 cm3 ve deney 3: >2 cm3) üç grup oluşturulmuştur. Üç farklı gözlemci, difüzyon ağırlıklı görüntüleme ile oluşturulan ADC haritalarında tümörleri segmentlere ayırmış ve bu segmentasyonların hacimsel uyumu, Dice katsayısı kullanılarak değerlendirilmiştir. Radyomiks özellik (n=851) seçimi, sınıf içi korelasyon katsayısına (ICC), varyasyon katsayısına (CoV), varyans inflasyon faktörüne (VIF) ve en küçük mutlak küçülme ve seçim operatörü regresyonuna dayandırılmıştır. Sonuçlar moleküler alt tipler olarak tanımlanmıştır (Luminal A, Luminal B, HER2 ile zenginleştirilmiş ve üçlü negatif). Sinir ağı başarı performansı, eğri altındaki alan olarak sunulmuştur.
Bulgular: Sekiz yüz elli bir radyomiks özelliğinden 611’i ICC >0,75 idi. Bu özelliklerden CoV ve VIF analizi ile 37’si birincide, 49’u ikincide ve 59’u üçüncü deneyde sabit kaldı. İlk deneyde Luminal B, HER2 ile zenginleştirilmiş ve üçlü negatif alt tipler için geliştirilen tahmin modellerinin doğruluğu yüksekti (>%80). İkinci deneyde tüm modeller ve üçüncü deneyde ise HER2 ile zenginleştirilmiş ve üçlü negatif modeller yüksek doğruluğa sahipti.
Sonuçlar: Radyomiks özellikler, artan lezyon boyutuna bağlı olarak pozitif stabilite göstermektedir. Yapay sinir ağları, 1 cm3 üzerindeki meme kanserlerini yüksek doğrulukla tahmin edebilmektedir.
Objective: To predict breast cancer molecular subtypes with neural networks based on magnetic resonance imaging apparent diffusion coefficient (ADC) radiomics and to detect the relation of lesion size with the stability of radiomics features.
Methods: This retrospective study included 221 consecutive patients (224 lesions) with breast cancer imaged between January 2015 and January 2020. Three sample size configurations were identified based on tumor size (experiment 1: all cases, experiment 2: >1 cm3, and experiment 3: >2 cm3). The tumors were segmented by three observers based on diffusion-weighted imaging-registered ADC maps, and the volumetric agreement of these segmentations was evaluated using the Dice coefficient. Stability of radiomics features (n=851) was evaluated with intraclass correlation coefficient (ICC, >0.75) and coefficient of variation (CoV, <0.15). Feature selection was made with variance inflation factor (VIF, <10) and least absolute shrinkage and selection operator regression. Outcomes were identified as molecular subtypes (Luminal A, Luminal B, HER2-enriched, triple-negative). Neural network performance was presented as an area under the curve and accuracies.
Results: Of the 851 radiomics features, 611 had ICC >0.75, and 37 remained stable in the first experiment, 49 in the second, and 59 in the third based on CoV and VIF analysis. High accuracy was demonstrated by the Luminal B, HER2-enriched, and triple-negative models in the first experiment (>80%), all models in the second experiment, and HER2-enriched and triple-negative models in the third experiment.
Conclusions: A positive stability is indicated by an increased lesion size related to radiomics features. Neural networks may predict moleculer subtypes of breast cancers over 1 cm3 with high accuracy.

CASE REPORTS
12.Post-COVID-19 Dermatomyositis: A Delayed Reaction That Evades Early Detection
Nur Ili Syazwani MD HADIS, Siti Suhaila MOHD YUSOFF, Rosediani MUHAMAD, Fatin Hanani CHE JUHA
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.55890  Pages 289 - 292
Dermatomiyozit (DM), ekstremitelerde simetrik ve ağırlıklı olarak proksimal kas güçsüzlüğüne ve tipik deri lezyonlarına neden olan nadir bir otoimmün hastalıktır. Koronavirüs hastalığı-2019 (COVİD-19) pandemisi sırasında prevalansı artmıştır. Viral enfeksiyonlar otoimmüniteye neden olabilir ve miyozit patogenezini tetikleyebilir. Çalışmamızda uzun bir miyalji ve kas güçsüzlüğü öyküsü olan, başlangıçta COVİD-19 sonrası miyalji tanısı konan ve ardından ilerleyici kas güçsüzlüğü gelişen bir erkek olgusunu sunuyoruz. Biyokimyasal ve kas biyopsisi sonuçları DM’yi doğruladı. Hasta steroid tedavisine olumlu yanıt verdi.
Dermatomyositis (DM) is a rare autoimmune disease that causes symmetrical and predominantly proximal muscle weakness in the limbs and typical skin lesions. Its prevalence increased during the coronavirus disease-2019 (COVID-19) pandemic. Viral infections may cause autoimmunity and trigger the pathogenesis of myositis. We present the case of a man with a long history of myalgia and muscle weakness, who was initially diagnosed with post-COVID-19 myalgia and subsequently developed progressive muscle weakness. Biochemical and muscle biopsy results confirmed DM. The patient responded favorably to the course of steroid treatment.

13.Advanced-stage Endometrial Stromal Sarcoma Presenting as Primary Infertility in a Young Nulligravida: A Case Report
Ankita PATTANAIK, Jasmina BEGUM, Sweta SINGH, Deepthy BALAKRISHNAN, Suvradeep MITRA
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.16132  Pages 293 - 297
Endometriyal stromal sarkom (ESS) genç kadınlarda nadiren infertiliteye neden olmaktadır. Çalışmamızda 15 yıllık primer infertilite ile başvuran 30’lu yaşlarında bir nulligravida sunmaktayız. Histeroskopisinde submukozal nekrotik fibroid polip saptandı. Ultrasonografi birden fazla intramural fibroid olduğunu ortaya koydu. Polipektomi ile açık myomektomi yapıldı. Histopatoloji, fibroid polip içinde düşük dereceli ESS (LGESS) ortaya çıkardı. Ardından hastaya tamamlayıcı cerrahi uygulandı. Nihai tanısı östrojen reseptörü pozitif LGESS evre IIIB idi ve hastaya anastrozol adjuvan tedavisi ve uzun süreli gözetim önerildi. Anormal perimenopozal kanamalı ESS, en yaygın semptom olmasına rağmen her zaman gözlenmeyebilir. Bu nedenle, nadir de olsa uterin fibroid polipinde ESS şüphesi yüksek bir ayırıcı tanı olarak daima akılda tutulmalıdır. ESS ile ilgili daha kapsamlı çalışmaların azlığı göz önüne alındığında, olguların raporlanması yönetim protokollerinin formüle edilmesine yardımcı olacaktır.
Endometrial stromal sarcoma (ESS) rarely causes infertility in young women. We report a nulligravida in her 30s who presented with primary infertility of 15 years. Hysteroscopy revealed a submucosal necrotic fibroid polyp. Ultrasonography detected multiple intramural fibroids. Open myomectomy with polypectomy was performed. Histopathology revealed low-grade ESS (LGESS) within the fibroid polyp. Subsequently, the patient underwent completion surgery. Her final diagnosis was estrogen-receptor positive LGESS stage IIIB, and she was suggested anastrozole adjuvant therapy and long-term surveillance. ESS with abnormal perimenopausal bleeding, though the most common presentation, may not always observed. Hence, a high index of suspicion of ESS should always be kept as a differential diagnosis in uterine fibroid polyp, though rare. Considering the scarcity of more extensive studies on ESS, reporting of cases will aid in formulating management protocols.

LETTERS TO THE EDITOR
14.Syphilis and Monkeypox: An Issue in Sexual Medicine
Rujittika MuUNGMUNPUNTIPANTIP, Viroj WIWANITKIT
doi: 10.4274/MMJ.galenos.2022.46835  Pages 298 - 299
Abstract | Full Text PDF




 

  © 2024 MEDJ