Home | Contact
     ISSN 2149-2042
     e-ISSN 2149-4606
 
 
 
Volume : 39 Issue : 1 Year : 2024



Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print




Index























Membership




Applications


 
Medeniyet Med J: 26 (1)
Volume: 26  Issue: 1 - 2011
Hide Abstracts | << Back
CLINICAL RESEARCH
1.Retrospective analysis of our acute pancreatitis patients
Gökhan Demiral, Oktay Yener, Fikret Aksoy, Yahya Çelik, Barış Bayraktar, Ahmet Yılmaz, Özgür Ekinci, Canan Erengül
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.04  Pages 4 - 9
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada akut pankreatit tanısıyla servisimizde takip edilen hastaların demografik özelliklerini, hastalığın etiyolojisini ve tedavi sonuçlarını irdeledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Akut pankreatit tanısıyla takip edilen 110 hastanın demografik özellikleri, hastalığın şiddeti, tedavi yöntemleri ve komplikasyonları hasta dosyalarından retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Akut pankreatit tanısıyla takip edilen hastaların ortalama yaşı 60.3 olup, 43’ü erkek, 67'si de kadın idi. Akut pankreatitin etiyolojik sebebi; hastaların 89'unda safra taşı, 5’inde hiperlipidemi ve 16’sında idiyopatik idi. Biliyer pankreatitli 89 hastanın, şiddetli pankreatit geçiren 2’sine endoskopik retrograd kolanjiyo pankreatografi (ERCP) uygulandı. Biliyer pankreatitli hastaların tümüne akut pankreatitin yatışması sonrası kolesistektomi yapıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 5.31 (1-18) gün idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Şiddetli akut pankreatit, ölümcül seyredebilen bir hastalıktır. Akut pankreatitin etiyolojisinde en sık biliyer sebepler rol oynamaktadır. Biliyer pankreatitli hastaların ilk basamak tedavisi medikaldir. Pankreatit atağı geçtikten sonra biliyer kaynaklılarda kolesistektomi planlanmalıdır. Klinik kötüleşme veya kolanjit varlığında ERCP faydalı bir tedavi yöntemidir, 2 olguda uygulanmıştır. ERCP planlanmasında seçici ve konservatif davranılması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: In this study it was evaluated the demografic features, etiological factors and the management of acute pancreatitis.
METHODS: 110 patients hospitalized due to acute pancreatitis were retrospectively examined. The data of gender, disease severity, treatment options and complications were analysed.
RESULTS: The mean age of patients were 60.3 (43 men and 67 women). The causes of acute pancreatitis were as follows: gallbladder stone was 89, hyperlipidemia was 5 and idiopathic was 16 patients. Severe pancreatitis was developed in 2 patients in the biliary pancreatitis group and ERCP was performed. Cholecystectomy was performed to all biliary pancreatitis group patients after acute pancreatitis subside. The mean hospital stay period was 5.31 (1-18) day.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Severe acute pancreatitis is a mortal disease. The most common etiological cause of acute pancreatitis is biliary origin. The first line treatment modality of acute pancreatitis is medical. Cholecystectomy should be planned to the all biliary caused acute pancreatitis patients after the attack subside. ERCP is a useful treatment modality in the case of clinical worsening and suspicion of acute cholangitis. ERCP procedure used 2 patients in our series. We suppose that ERCP procedure should be planned selectively and conservatively.

2.Results of carpal tunnel decompression operations with minimal incision under regional anesthesia of the wrist
İsmail Bülent Özçelik, Hakan Çift, Korhan Özkan, Erden Ertürer, Ender Üğütmen
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.10  Pages 10 - 13
Bu yayında üç farklı merkezde 2000-2004 yılları arasınd açık karpal tünel dekompresyon operasyonu modifiye edilerek klasik el bileği çizgisini geçmeden mini insizyon kullanılarak yapıldığı çalışma serisi sunulmuştur. Tüm vakalarda el bileği bölgesel anestezisi kullanılmıştır. Yaş ortalaması 41 (22-54) olan; 52 hastanın (26 kadın, 6 erkek) 62 adet el bileğine; el bileği bölgesel anestezisi altında ve pnömatik turnike kullanılarak 2-2.5 cm’lik el ayasından yapılan insizyon ile girilmiştir. Direkt görüş altında ligamanın distal kısmı kesilmiştir. Ligamanın proksimal kısmı ve antebrakial fasya derin palmar apanevroz, subkutan yağ dokusundan ayrıldıktan sonra künt bir makas kullanılarak gevşetilmiştir. Karpal tünelin gevşetilmesini takiben katlar kapatılmış ve kompresif bandaj uygulanmıştır. Aynı gün kompresif bandaj çözülmüş; günlük aktivitelere izin verilmiştir. Ameliyat sonrası 16-26 ay (ortalama 21 ay) takiplerinde tekrarlayan şikayetlerinin olmadığı hastaların yöntemden memnun kaldığı tespit edilmiştir. El bileği anestezisi ve minimal insizyon ile karpal tünel gevşetme operasyonları hastanede kalış periyodu kısaltılarak, güvenli şekilde karpal tünel gevşetme olanağı sağlayan hasta konforunu artıran bir yöntemdir.
With this paper, we presented our study series on modified open carpal tunnel decompression operation with mini incision, not crossing the wrist line, performed in three centers between 2000-2004. Regional wrist anesthesia was used in all patients. The operation was carried out via a 2-2.5 cm incision made on the palm in 62 wrists of 52 patients (46 females and 6 males), with a mean age of 41 years (22-54 years), under regional wrist anesthesia and using pneumatic tourniquet. Under direct sight, distal portion of the ligament was sectioned. Proximal portion of the ligament and the antebrachial fascia were released by a blunt dissection once they were separated from the palmar aponeurosis and the subcutaneous adipose tissue. Following the decompression of the carpal tunnel, the layers were closed and compression bandage was applied. Compression bandage was removed on the same day and patients were allowed for daily activities. During postoperative follow-up visits (Mean: 21 months, range: 16-26 months) none of the patients reported recurrence of complaints and all were satisfied with the technique. Carpal tunnel decompression with mini incision and wrist anesthesia is a method that provides safe release of the median nerve, shortens hospitalization period and increases patient comfort.

3.Effect of fracture on quality of life in osteoporosis patients and factors related with fracture
Hatice Şule Baklacıoğlu, Afitap İçağasıoğlu, Yasemin Yumuşakhuylu, Selin Turgut, Pınar Akpınar, Raife Şirin Çoban, Esra Selimoğlu
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.14  Pages 14 - 20
GİRİŞ ve AMAÇ: Osteoporoz (OP) hastalarında kırığın yaşam kalitesine etkisini, kırık ile ilişkili faktörleri araştırmak ve kırığı olmayan osteoporoz hastalarıyla karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon polikliniğine başvuran ve osteoporoz tanısı alan 106 kadın, 9 erkek toplam115 hasta alındı. Hastalar vertebra kırığı olan, kalça kırığı olan ve kırığı olmayan olmak üzere üç gruba ayrıldı. Hastalar sosyodemografik özellikler ve risk faktörlerini içeren soru formu ve Avrupa Osteoporoz Derneği Yaşam Kalitesi Anketi (QUALEFFO-41) yaşam kalitesi soru formlarını cevaplandırdı. Kemik mineral yoğunluğu (KMY) dual enerji x-ray absorbsiyometri (DEXA) ölçümüyle belirlendi. Vertebra kırığını belirlemek için Genant yöntemi kullanıldı. Hasta gruplarının risk faktörleri ve yaşam kalitesi skorları karşılaştırıldı.
BULGULAR: 115 hastanın yaş ortalaması 68.32±8.91 olup kırığı olmayan grubun yaş ortalaması diğer gruplardan anlamlı düşüktü (p<0.05). Hastaların boy, kilo, vücut kitle indeksleri (VKİ), yaşam tarzı ile ilgili faktörler (besinle kalsiyum alımı, sigara kullanımı, alkol ve kahve tüketimi, fiziksel aktivite, güneşlenme durumu, giyim şekli) menopoz yaşı, menarş yaşı, menopoz tipi, ailede kırık, vertebra ve kalça dışı kırık varlığı arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). kırığı olan grupların menopoz süresi daha uzundu (p<0.05). Kalça kırığı olan grupta düşme ile ilgili risk faktörleri anlamlı yüksekti. Lomber bölgeden ölçülen kemik mineral yoğunluğu (KMY) ve T-skorları vertebra kırığı grubunda kırıksız gruptan, femur total T-skoru ve KMY kırığı olan grupların kırıksız gruptan anlamlı düşüktü (p<0.05). QUALEFFO-41 yaşam kalitesi ağrı, fiziksel fonsiyon, sosyal fonksiyon ve total skorları kırığı olan gruplarda anlamlı yüksekti yani daha kötü bir yaşam kalitesini göstermekteydi (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İleri yaş, menopoz süresinin uzun olması, KMY değerlerinin düşük olması osteoporoza bağlı kırık riskini artırmaktadır. OP hastalarında kırık varlığı yaşam kalitesini düşürmektedir. Yapılan çalışmalarla kırık risk faktörlerinin iyi aydınlatılması ile bu kişisel, sosyal ve ekonomik problemin önüne geçilebileceği düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The aims of this study were to asses the impact of fracture on quality of life in osteoporosis patients, factors related with fractures and compare them with osteoporosis patients without fracture.
METHODS: 115 (106 women, 9 men) osteoporosis patients who came to Ministry of Health Göztepe Education and Research Hospital Physical Medicine and Rehabilitation Department out-patient clinic were included in the study. Patients were divided into three groups as; vertebral fracture group, hip fracture group and no fracture group. Patients answered questions in forms that includes sociodemographic properties, risk factors, QUALEFFO-41 quality of life scale. Bone mineral density was measured by dual x-ray absorbsiometry and vertebral fractures were detected by Genant method.
RESULTS: Age of these 115 patients were changing between 49 and 90 with average of 68.32±8.91. Mean age of patients without fractre was significantly lower than other groups. There was no significant difference between groups about height, weight, body mass index, life style ( nutritional calcium intake, cigarette smoking, coffee and alcohol use, physical activity, sun exposure, wearing style), menopause age, menopause type, menarche age, familiy history of fracture, previous non vertebral and nonhip fractures but menopause duration was higher in patients with fracture. Parity of hip fracture group was lower than other groups. Risk factors related with falls were significantly higher in hip fracture group. Bone mineral density and T-scores of lomber region in vertebral fracture group were significantly lower than no fracture group and femur total BMD and T-scores of vertebra and hip fracture groups were significantly lower than no fracture group. QUALEFFO-41 pain, physical function, social function and total scores were significantly higher in vertebra and hip fracture groups meaning worse quality of life.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was detected that older age, long duration of menopause and lower BMD were related with fractures. Fractures decreases quality of life in osteoporosis patients. We think that detection of factors related with fractures in studies could achieve this personal, social and economic problem.

4.Prevalence of asymptomatic ketonemia in patients with type 2 diabetes
Mehmet Uzunlulu, Aytekin Oğuz, Gülbahar Vatansever, Güneş Alkaya, Sema Çelebi, Selda Çelik
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.21  Pages 21 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Günlük pratikte semptomatik ve/veya yüksek glisemili (kapiller glisemi düzeyi > 250 mg/dL) tüm diyabetli hastalarda kan keton düzeylerinin ölçülmesi gerektiği bildirilmektedir. Bununla birlikte tip 2 diyabetli hastalarda ketoneminin önemi hakkında az şey bilinmektedir. Bu çalışmada yüksek glisemili tip 2 diyabetli hastalarda asemptomatik ketonemi ve ketonüri sıklığınının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya ardışık olarak alınan 441 tip 2 diyabetli hastanın (301 kadın, 140 erkek, ortalama yaş: 55.6±10.2 yıl, ortalama diyabet süresi: 6.98±6.74, ortalama A1c: 8.55±2.34) açlık kapiller kan glukozu (KKG) ve kapiller keton düzeyleri (beta-hidroksibütirat) ölçüldü, idrarda keton varlığı belirlendi. Hastalar KKG ≤250 mg/dL ve KKG >250 mg/dL olan 2 gruba ayrıldı. Gruplar ketonemi ve ketonüri sıklığına ve diğer klinik özelliklerine göre karşılaştırıldı. Kan keton düzeylerinin >0.5 mmol/L bulunması ketonemi için pozitif olarak kabul edildi.
BULGULAR: Asemptomatik ketonemi ve ketonüri sıklığı sırasıyla % 1.8 ve % 3.4 idi. KKG >250 mg/dL olan grupta ketonemi, ketonüri sıklığı ve ortalama keton düzeyleri KKG ≤250 mg/dL olan gruba göre yüksek bulundu (sırasıyla % 5.7’ye karşılık % 0.6, p<0.01, % 10.4’e karşılık % 1.2, p<0.01 ve 0.22±0.24 mmol/L’ye karşılık 0.17±0.08 mmol/L, p<0.05). Ketonemi trigliserit (r=0.102, p=0.033) ve bel çevresi (r=0.096, p=0.043) ile pozitif korelasyon gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada yüksek glisemili tip 2 diyabetik hastaların asemptomatik dahi olsalar ketonemi için rutin tetkik edilmeleri gerektiği klinik olarak anlamlı bulunmuştur.
INTRODUCTION: In ambulatory practice measurement of blood ketone bodies is indicated in all diabetic patients, especially in cases of symptomatic and/or unusual hyperglycemia (capillary blood glucose (CBG) > 250 mg/dl). However, little is known about ketonemia in type 2 diabetes. The aim of the present study was to assess prevalence of asymptomatic ketonemia and ketonuria in patients with hyperglycemic type 2 diabetic.
METHODS: Fasting capillary blood glucose (CBG) and capillary ketone levels (beta-hydroxybutyrate) of 441 patients with Type 2 diabetes (female, 301; male 140; mean age, 55.6±10.2 years), who were consecutively enrolled in the study, were measured, and presence of ketone in urine was determined. Patients were divided into two groups; CBG ≤250 mg/dL and CBG >250 mg/dL. The prevalence of ketonemia and ketonuria and other clinical parameters were compared in two groups. A blood ketone level of >0.5 mmol/L was considered as positive ketonemia.
RESULTS: Prevalence of asymptomatic ketonemia and ketonuria was 1.8 % and 3.4 %, respectively. In group with CBG >250 mg/dL, the prevalence of ketonemia and ketonuria and mean ketone levels were higher than in group with CBG ≤250 mg/dL (5.7 % vs. 0.6 %, p<0.01; 10.4 % vs. 1.2 %, p<0.01 and 0.22±0.24 mmol/L vs. 0.17±0.08 mmol/L, p<0.05, respectively). Ketonemia was positively correlated with triglyceride levels (r=0.102, p=0.033) and waist circumference (r=0.096, p=0.043).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Routine monitoring of ketonomia is clinically significant in type 2 diabetic patients with hyperglycemia, even if they are asymptomatic.

REVIEW
5.Life with epilepsy: Epilepsy’s psychosocial effects
Ülkü Görgülü, Hatice Fesci
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.27  Pages 27 - 32
Epilepsi, emosyonel ve psikososyal olarak hasta ve yakınlarının yaşamını etkileyebilen tıbbi bir sorundur. Epilepsili bireylerde nöbetlere bağlı kazalar, fiziksel hastalıklarda artış, anksiyete, depresyon gibi psikolojik sorunlar, hastalarda benlik saygısında azalma, ümitsizlik, saldırganlık, cinsel sorunlar, eğitimsel başarıda azalma, işsizlik ve yaşam kalitelerinin azalmasına neden olabilmektedir. Epilepsili hastalar, yakınlarının hastalık üzerine daha çok odaklanmaları nedeni ile yoğun stres yaşayabilmektedirler. Bundan dolayı epilepsi hastalığının yönetiminde hastanın yaşamının psikososyal, emosyonel yönlerinin düşünülmesi gerekir.
Epilepsy is a medical problem effecting life of patient and families as emotional and psychosocial. Accidents relating seizures, increasing of physical diseases, psychological problems such as anxiety, depression in epilepsy patients may cause to decreasing of self-esteem, desperation, aggression, sexual problems, decreasing of educational success, unemployment and decreasing of life quality. Patients with epilepsy may experience intensive stress because their family focus on disease. Therefore, in management of epilepsy diseases should be considered life of patients in terms of psychosocial and emotional.

CASE REPORTS
6.Metabolic disturbances arising out pharmacotherapies of bipolar disorder: The role of carnitine deficiency? Case report
Aliye Özenoğlu, Serdal Uğurlu, Engin Eker
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.33  Pages 33 - 38
Bu çalışmada, İÜ. CTF. Psikiyatri Polikliniği’nde Bipolar Bozukluk tanısı koyularak uygun ilaç tedavisine başlanan 60 yaşındaki kadın hastada gelişen metabolik bozukluklar ve yapılan tedavi yaklaşımları irdelenmiştir. Hastamızın 4 yıldan bu yana kullanmakta olduğu sodyum (Na) valproat tedavisine 2.5 ay önce olanzapine eklenmesiyle vücut ağırlığında 5 kg’lık ani artış olur. Ancak, şiddetli tatlı yeme isteği, gece yemeleri ve aktivite azlığı nedenleri ile diyete uymada ve kilo vermede başarısız olur ve kendiliğinden diyet tedavisini bırakır. Hastamız, ilk başvurusundan yaklaşık 2.5 yıl kadar sonra zayıflamak için tekrar diyetisyene başvurduğunda, ağırlığında 17.5 kg artış olduğu, biyokimyasal testlerden glukoz, HbA1c, homosistein düzeylerinin referans değerlerden daha yüksek; çinko ve bakır düzeylerinin ise daha düşük olduğu bulunmuştur. Yapılan endokrin değerlendirme sonucunda OGGT ile IGT saptanarak tedaviye metformin eklenmiş ve antipsikotik olanzapin yerine quetiapine başlanmıştır. Düşük kalorili uygun diyetle birlikte aktivite artışı önerilmiştir. Hastamızın vücut analizinde saptanan yağ oranının (% 52.9), beklenilenin (% 35.0) çok üzerinde olması nedeniyle karnitin eksikliği gelişmiş olabileceği düşünülerek tedaviye L-carnitine (1 g/gün) eklenmiştir. Halen kontrolleri devam etmekte olan hastamız başlangıca göre ağırlığının % 13.3’ünü kaybetmiş, vücut yağı ise % 7.7 azalmıştır. Başlangıca göre kan şekeri, HbA1C ve HOM düzeyleri tedavi sürecinde iyileşme göstererek normal sınırlara ulaşmıştır.
In this study, metabolic disturbances developed in a 60 years old female patient having bipolar disorder whose treatment has been going on and treatment approaches were outlined. There was a sharp increase in her weight (+5 kg) after adding olanzapine 2.5 months before who has still been taking sodium (Na) valproate treatment. But, she failed to accordance with diet and to loose weight because of carbohydrate craving, night eatings and low activity level. Than she gave up dieting. After 2.5 years from the first consult, she applied to dietitian again to loose weight. This time, her weight was 100 kg (+17.5 kg), and in biochemical tests, glucose, HbA1c and homocystein levels were higher than reference values, but zinc and copper levels were lower. According to endocrinologic evaluation IGT was detected with OGTT and so metformin was added to treatment and quetiapine replaced to antipsychotic olanzapine. Determined body fat percent at second consult (% 52.9) was too higher than expected (% 35.0). It was thought that carnitine deficiency might be the cause. So, L-carnitine (1 mg/day) was added to treatment. Our patient, whose follow up period has been going on loosed % 13.3 of her weight and % 7.7 of her body fat than values determined at the beginning. Blood sugar, HbA1c and HOM levels improved at treatment period and reached to normal levels.

7.Hereditary angioedema
Banu Mesçi, Mehtap Tınazlı, Aytekin Oğuz
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.39  Pages 39 - 41
Herediter anjioödem (HAÖ) C1 esteraz inhibitörü eksikliğine bağlı gelişen, ekstremiteler, yüz, gövde, nefes borusu ve iç organlarda tekrarlatıcı ödem ile kendini gösteren otozomal dominant kalıtılan bir hastalıktır. En sık üst ekstremiteler ve orofarinks, daha az sıklıkla gövde ve alt ekstremiteler tutulur. HAÖ’e bağlı mortalitenin ana nedeni larinks ödemidir. Hormonal değişiklikler HAÖ’de rol oynarken atakların yaklaşık yarısına travma yol açar. Tedavide androjen steroidler, taze donmuş plazma, C1 inhibitör konsantreleri kullanılır.
Hereditary angioedema (HAE) is due to deficiency of C1 esterase inhibitor, inherited as an autosomal dominant trait, manisfested by attacks of swelling of the extremities, face, trunk, airway and abdominal viscera. The angioedema of HAE most often involves the upper extremities and oropharyx. The trunk and lower extremities are less often involved. Laryngeal edema is the major source of HAE related mortality. Hormonal fluctiations play a role in HAE and travma precipitates about half of the attacks. Androgen steriods, fresh frozen plasma, C1 inhibitor concentrates are used in treatment.

8.Pregnancy in renal transplant recipients discussed via a case report
Necdet Süer, Birol Durukan, Erol Arslan
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.42  Pages 42 - 45
Böbrek transplantasyonunun yaygınlaşması, çocuk ve genç yaştaki hastalara da başarılı böbrek transplant uygulamaları sonrasında, fertil yaştaki transplante hasta grubunda gebelik istekleri de ön plana çıkmıştır. Bu bildiride 35 yaşında, 6 yıldır donör transplant böbreği taşıyan ve daha önce 2 kez ikinci trimester düşük yapmış, yaşayan çocuğu olmayan bir gebe hasta sunulmaktadır. 37. gebelik haftasında yapılan sectio sonrasında 2500 gram doğan canlı erkek bebekte herhangi bir konjenital anomali saptanmamıştır. Transplante bir hastanın obstetrik açıdan yönetimini ele alarak multidisipliner yaklaşım gerektiren bu konuyu tartışmayı amaçladık.
Widespread use of renal transplantation, and successful kidney transplant practices in young patients and children, has highlighted the demands of pregnancy in transplanted patients who are in the fertile age group. In this paper, a 35 years old pregnant women who had two consecutive second trimester abortion previously, without a living children, carrying donor transplant kidney for six years is presented. At the 37th gestational week of the pregnancy, delivery of a live 2500 g male infant was performed via ceserean section. No congenital anomalies were detected. We aimed to discuss this issue which requires a multidisciplinary approach by emphasizing obstetric management of a transplanted patient.

9.Tularemia case with a neck mass
Muhammet Tekin, Osman Halit Çam, Gül Acar, Emre Kaytancı, Fatih Mehmet Hanege
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.46  Pages 46 - 50
Tularemi Kulak Burun ve Boğaz (KBB) kliniklerinde nadir olarak görülen bir zoonozdur ve çeşitli formları mevcutdur; ülseroglandüler, orofarengeal, pnömotik ve septik form. Farklı bulaş yolları mevcut olan bu hastalık başlıca kemiricilerin ısırması, kontamine et, su ile ve inhalasyon ile bulaşmaktadır.
Biz bu çalışmamızda, boyunda kitle ve boğaz ağrısı şikayetleri olan, aldığı çeşitli antibiyoterapilere rağmen şikayetleri geçmeyen ve kontamine su tüketim hikayesi mevcut olan bir tularemi olgusunun medikal tedaviye yanıtsızlığını ve cerrahi tedavi sonuçlarını sunacağız.
Tularemia is a rarely encountered zoonotic disease in otololarygologic daily practice. The disease may present with ulceroglandular, oropharyngeal, pneumatic and septic forms. Although there are many contagion ways the common infection sources are rodent bits, contagionous water, meat, and inhalation.
In this paper, we report a tularemia case and surgical outcomes of a patient who represents with neck mass and sore throat and resistant to antibiotheraptic agents with past history of drinking contaginous water.

10.Neonatal respiratory distress presenting with oropharyngeal hairy polyp (Case report)
Muhammet Tekin, Emre Kaytancı, Tayfun Anıl Eraslan, Süha Özbilgen
doi: 10.5222/J.GOZTEPETRH.2011.51  Pages 51 - 52
Hairy polipler ektodermal ve mezodermal komponentlerden oluşan orofarenksin nadir görülen konjenital malformasyonlarıdır. Kitlenin neden olduğu semptomlar yeri ve büyüklüğü ile ilişkilidir. Sıklıkla üst solunum yolu obstrüksiyonu ve beslenme zorluğu görülür. Bu nedenle doğumla birlikte yada doğumdan kısa bir süre sonra teşhis edilirler. Sıklıkla pediküllü olan hairy polipler bazen geniş tabanlı da olabilirler. Hairy poliplerin patogenezi hakkında değişik teoriler mevcuttur. Yazımız-da orofarenksteki polipoid kitleye bağlı solunum sıkıntısı olan 3 günlük, kız çocuğu hasta sunuldu. Hasta genel anestezi altında ameliyata alındı. Hastanın entübasyon sonrası yapılan muayenesinde sol palatin tonsil üst kutbundan kaynaklanan ve tüm orofarenksi tıkayan pediküllü kitle görüldü. Kitle total olarak çıkartıldı. Postoperatif herhangibir komplikasyon görülmeyen hasta oral beslenmeye geçilmesini takiben taburcu edildi. Kitlenin histopatolojik incelemesi hairy polip olarak bildirildi.
Hairy polyps are rare congenital oropharyngeal malformations containing ectodermal and mesodermal components. The symptoms are associated with the location and size of the mass. Upper airway obstruction and feeding difficulty are common symptoms. Because of these symptoms they are diagnosed at or shortly after birth. Hairy polyps are usually pedunculated masses but sometimes attached to the broad area of the oronasopharynx. There are different theories about the pathogenesis of hairy polyps. We report a case of neonatal respiratory distress associated with oropharyngeal polypoid mass in a 3-day-old girl. The patient operated under general anesthesia. The examination of the patient after intubation showed a pedunculated mass which was orginated from the upper pole of left palatin tonsil and obstructed oropharynx. The mass was totally removed. After operation no complications developed and the patient discharged after begining orally nutrition. Histopathological diagnosis was made as hairy polyp.




 

  © 2024 MEDJ